6.07.2009

mor salkımlı ev

halide edip adıvar

ben milliyetçiliğin, muhabbetle, karşılıklı bir anlayışla dolu bir ülke yaratacağını zannetmiştim. fakat milliyetçilik ölçüsünü kaçırdığı zaman yer yer insanları birbirini boğazlamaya, yeryüzünü bir mezbahaya döndürdüğünü gördüm.

halide'nin insanlara karşı içinde uyanan akisler, tabiata karşı uyanan akislerin hemen hemen aynıdır. ağlayan bir insan gördüğü zaman nasıl içi yanarsa, taşlanan bir köpek gördüğü zaman aynı acı ile belki daha fazla ağlardı. güzel bir şey gördüğü zaman hemen üzerine atılmak isterdi. etrafındaki bütün olaylar ve manzaralar hareket halindeki muazzam bir panoramadan başka bir şey değildi. bazısı ağlatır, bazısı güldürür, bazısını sever, bazısından nefret ederdi. küçük kız için belki hayatın hakiki manası bu idi. fakat küçük kız bu hareket halindeki panoramanın muhtelif parçalarını tamamen birbirinden ayırt etmeye başlamamıştır.

küçük kız, insanları birbirinden ayıran din, dil, ırk farkları hakim olan ve insanları birbirini boğazlamaya sevk eden yola henüz ayak basmamıştı. onun dünyasının şevki ve saadeti, insanlar arasında kalbi kalbe ulaştıran tabii yol idi.

yazgımıza hakim olan kudretin, biz zavallıların zaaflarına gülen bir tarafı vardır.

solgun yüzlü, gözleri ateş saçan bir vaiz, her insanı ebedi bir cehennem ateşine mahkum ediyor ve yeryüzünde cenneti hak edebilecek kimse yokmuş gibi konuşuyordu. belki de mantık icabı, insanın son durağı -onun kanaatince- cehennem olduğu için, muhtelif yerlerini, azabın her şeklini, erişilmez ve tabii sanatkar kudreti ile çiziyordu. herhalde dünyada da ahrette de sonsuz ve çeşitli azaplara maruz ve mahkum olduğunu kalabalığın kafasına yerleştirmek istiyordu. uzun ve bol siyah cübbesinin içinde kolları bu karanlık istikbali gösteren hareketlerle inip kalkıyor, sesi bir yanardağ alevi gibi etrafa korku saçıyordu. o anda din, bana müphem ve korkunç bir şey gibi görünüyordu. bugün, söylediklerinin, hareketlerinin bir sanatkar kudretiyle ifade edilen birtakım korkunç manasızlıklar olduğuna inanıyorum.

süleyman ağa, karılarını pilav pişirmekteki maharetlerine göre tasnif ederdi. derdi ki: "birinci karı pilavı kuru ve yağı eksik pişirirdi. pilav pişirmesini bilir diye methettikleri bir kadın daha aldım. fakat o daha hasis olduğu için pilavı daha kuru önüme sürüyor, yağı esirgiyordu. kırk gün geçmeden bir üçüncüsünü aldım, bu da o kadar yağlı pişiriyordu ki, yağlar bıyıklarımdan, sakallarımdan aşağı akıyordu. bir daha artık evlenmedim."

hakiki despotlar, siyasi olsun olmasın daima, her türlü şöhretten ürkerler.

kadın veya erkek, her ferdin kalbinde inkar edilemeyecek ve birçok şekillere giren kıskançlık diye bir realite vardır. hatta bu ilkel hissi belirli bir terbiye sisteminin bir gün değiştirebileceğine inansak dahi, yine de iki kadınlı bir aile sistemini tabii görmek mümkün olmayacaktır. bir kadın, her zaman kocasının dışarıdaki ilişkilerine tahammül edebilecek bir vaziyette olsa dahi kendi evini bir başkası ile paylaşması mümkün değildir. çin yazılarında bunu ifade edebilen iki sembol vardır. açıkta iki kadın barış sembolüdür, dam altında iki kadın savaş sembolüdür.

geceleri bilhassa yatsı namazından sonra seccadede oturur, çocuk dilimle içimde ukde olan meseleler hakında allah'la konuşur dururdum. en fazla, insanları hayvanlara ve insanları insanlara eziyet etmeye sevkeden nedenleri anlamak isterdim. hepsini kendi yaratmış olduğu halde, allah'ın neden müslüman olmayanları cehenneme gönderdiğini bilmek isterdim. fakat yarım küsur asırdan beri daima herhangi bir din, hatta siyasi inançlardan insanların kendilerinden olmayanları ahrette veya dünyada neden cehenneme göndermek istediklerini öğrenmiş değilim.

peşa ile dostluğumuz, o zamanlar kafamın mütemadiyen işleyen fırtınalı faaliyetlerinden sonra sakin bir limana sığınmış olmak hissini verirdi. hem görünüş hem de mizaç bakımından benim tamamen zıddım idi. çıkık elmacık kemikleri, içeriye çekilmiş keskin gözleri, maddi ve manevi bakımdan yorulmak bilmeyen bir karakteri vardı. kendine benzemeyen şahıslarla dostluk, galiba her iki tarafı da dinlendiriyor.

hamallar:
- söyle bize, meşrutiyet ne demektir?
rıza tevfik:
- meşrutiyet öyle büyük bir şeydir ki, onu bilmeyen eşektir.
hamallar:
- biz hep eşeğiz.
rıza tevfik:
- babanız da bilmiyordu. siz eşek oğlu eşek olduğunuzu söyleyiniz bakalım!
hamallar hep bir ağızdan:
- hepimiz eşek oğlu eşeğiz.

yıllar yılı gençliğimin tabii olan insiyaklerini boğdum durdum. fakat yine de içimde gençlik, daha doğrusu çocukluk, daima yaşadı. esasen büyük veya küçük her sanatkarın, hatta kendini tüketmemiş olan fikir adamlarının bu hakim bir vasfıdır.

garip olarak bazı kadınlar için ana olamamak, bazıları için de ana olmak saadetini geçen hiçbir şey yoktur.

insan sürülebilir; hatta imha edilebilir; fakat fikir öyle değil. fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar geçer ve kendini gösterir. abdülhamit, mithat paşa'nın katli ile fikir denilen kuvvete ağır bir darbe vurmuş; inkılap, fikir ve söz hürriyetini doğurmuştu. zavallı haminne: "sizin meşrutiyet dediğiniz şeyi bize mithat paşa verdi, verdi amma kafası ile ödedi." diyordu.

bir köşe başında bir adamın nutkunu dünkü gibi hatırlarım. diyordu ki: "çok sevdiğim bir karım, beş çocuğum var. nasıl onları vaktiyle efendimize fedaya hazır idiysem, bugün de bu mukaddes maksada fedaya hazır olduğuma yemin ederim." sadece kendisi değil; fakat çocuklarını fedaya hazır olmasının sebebini bir türlü anlayamadım.

idealizm kadar, maddi bakımdan olduğu kadar manevi bakımdan da insanı daimi bir yalnızlığa sürükleyen şey yoktur. bazen bu yalnızlıktan da çok öteye gider; hatta insanın değil sükun ve tabii hayatına, hatta yaşamasına bile mani olabilir.

yıllar yılıdır, değil kırk, yüzleri ve binleri aşan insan hayatına siyasi sebeplerden dolayı son vermek, bu garip dünyanın hemen hemen tabii olayları arasına girmiştir.

"zulme dayanan herhangi bir idare iflasa mahkumdur."

kürt çocukları, doğru sözlü, beklenilmeyen derecede insana bağlanan ve belli etmemelerine rağmen çok şefkatli idiler; fakat onları idare edebilmek için mutlaka adalete ve hakka bağlı, aynı zamanda çok kuvvetli bir irade lazımdı.

inanıyorum ki ne kadar ileri olursa olsun insaniyet aile yuvasının ve ananın yerini tutabilecek bir şey bulamamıştır.