14.08.2016

dalgalar

virginia woolf

bütün dokunulabilir yaşantı biçimleri başarısızlığa uğrattı beni. uzanıp katı bir şeye dokunamazsam, ölümsüz koridorlarda sonsuza dek savrulacağım. öyleyse neye dokunabilirim? hangi kiremite, hangi taşa ki devsi girdaptan kendimi bedenime geri çekebileyim, güven içinde?

içim eğitilmemiş benim; korkuyorum, nefret ediyorum, seviyorum, sizi kıskanıyorum ve küçümsüyorum; ama hiçbir zaman mutlulukla katılamıyorum size. ağaçların, posta kutularının gölgelerine sığınmaya karşı çıkarak istasyondan gelirken önceden sezdim, paltolarınızdan, şemsiyelerinizden, uzaktan bile, sizin nasıl da birlikte akan anların yinelenmesinden yapılmış bir özün içine gömülü durduğunuzu, bir şeye bağlı olduğunuzu; çocuklar, yetki, ün, sevgi ve toplulukla nasıl da bir tavır aldığınızı, benim hiçbir şeyimin olmadığı yerde. yüzüm yok benim.

şimdiki zamanı içeren bir dünyada niçin ayrımlar yapmalı? böylelikle biz onu değiştirmediğimiz sürece hiçbir şey adlandırılmamalı. bırak, böylece var olsun, bu ırmak kıyısı, bu güzellik ve bir an için hazlara boğulan ben. güneş sıcak. ırmağı görüyorum. sonbahar güneşiyle benek benek, yanmış ağaçları görüyorum. kayıklar akıp gidiyor kırmızının içinden, yeşilin içinden. uzaklarda bir çan çalıyor; ama ölüm çanı değil. yaşam için çalan çanlar da vardır. bir yaprak düşüyor, hazdan. ah! yaşamaya aşığım!

esinti onları savurdukça bulutlar küme küme beyazlıklarını yitiriyor. bu mavi hep böyle kalabilseydi; bu açıklık hep böyle durabilseydi; bu an hep böyle kalabilseydi..

onların yanlarına oturacakları arkadaşları var. köşelerde anlatacakları özel şeyleri var. ama ben yalnız adlara ve yüzlere veririm kendimi; yıkımlara karşı muska gibi biriktiririm onları. salonun karşısında bilinmeyen bir yüz seçerim, o adını bilmediğim karşımda oturdukça güç bela içebilirim çayımı. tıkanırım. tutkumun şiddetinden bir o yana bir bu yana sallanırım. çalıların arkasından beni gözleyen bu adsız, bu kusursuz insanları düşlerim. onlar beni beğensinler diye yükseklere sıçrarım.geceleyin yatakta onları şaşkına çeviririm. bana ağlasınlar diye sık sık oklarla delik deşik olup ölürüm.eğer son tahlilde scarborough'da olduklarını söylerlerse ya da ben bavullarındaki etiketlerden anlarsam bunu, bütün kasaba altına dönüşür, bütün kaldırım süslerle donanır. işte bu yüzden nefret ediyorum bana gerçek yüzümü gösteren aynalardan. yalnızken çoğu zaman hiçliğe yuvarlanıyorum. ayağımı uzatmalıyım gizlice, düşüp gitmeyeyim diye dünyanın kıyısından hiçliğe. sert bir kapıya vurmalıyım elimi, kendimi yeniden bedenime çekebilmek için.

bizi bıraktıkları zaman bir gizemlilik vardır insanlarda. bizi bıraktıkları zaman havuza kadar eşlik edebilirim onlara, görkemli kılabilirim onları. aylar geçtikçe her şey katılığını yitiriyor; benim bedenim bile ışığı geçiriyor şimdi; omurgam mum alevinin yanındaymış gibi yumuşak. düşler görüyorum, düşler görüyorum.

yansımalara karşı çok az eğilimim olduğu bir gerçek. her şeyde somut olanı istiyorum. yalnızca bu yoldan yeryüzünü yakalıyorum. yine de iyi bir tümcenin bağımsız bir varlığı varmış gibi geliyor bana. ama sanırım en iyileri, yalnızken kurulanlardır.

dostlarımızın kendi gereksinimlerini karşılamak için bizi ele aldıkları gibi yalınkat değiliz. yine de sevgi yalındır.

şenlik alevleri yükseliyor. koca koca yeşil dallar fırlatarak, ellerindeki dalları sallayarak şenlik alayı geçiyor. boynuzlarından mavi bir duman çıkıyor; meşale ışığındaki derileri kırmızı, sarıyla benek benek. menekşeler atıyorlar. çelenklerle defne yapraklarıyla dolduruyorlar her yanını sevgilinin, orada, dik sırtlı tepelerin indiği çim halkası üzerinde. alay geçiyor. ve o geçerken biz yıkılışın bilincindeyiz. çürümeyi önceden duyuyoruz. gölge yana yatıyor. biz, soğuk bir ceset külü kabına eğilmek için bir araya sürülmüş kötülük hazırlayıcıları, eflatun alevin nasıl aşağılara sarktığını gösteriyoruz.

geçmiş, yaz günleri, oturduğumuz odalar, akıp gidiyor kızıl gözlerle dolu yanmış kağıtlar gibi. ne diye karşılaşıp yeniden başlamalı? ne diye konuşmalı, yemek yemeli, öbür insanlarla başka karışımlar oluşturmalı? bu andan sonra ben yalnızım. hiç kimse bilmeyecek beni şimdi.

ben, yine ben, yine ben. açık seçik, katı, hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde duruyor işte orada, benim adım. açık seçiğim, kuşkuya yer bırakmıyorum ben de. ama koskoca bir deneyim kalıtı dertop olmuş içimde. binlerce yıl yaşadım. çok yaşlı bir meşe ağacının içinde yolunu kemiren kurtçuk gibiyim. artık, şimdi yoğunum, bu güzel sabahta bütünlendim.

şapkamı başıma geçirerek bir yeryüzüne attım adımımı, şapkalarını başlarına geçirmiş çok sayıda adamla dolu bir yeryüzüne ve itişip kakıştık, trenlerde, yeraltı trenlerinde yüz yüze geldikçe, yarışmacıların, yoldaşların duygudaşlığıyla birbirimize göz kırptık, binlerce tuzak ve kaçışla bağlanmıştık birbirimize, aynı sonuca varmak için, yaşamımızı kazanmak için.

hoştur yaşamak. iyidir yaşamak. yaşamın yalın ilerleyişi doyurucudur. sağlığı yerinde sıradan adamı al ele. yemek yemekten, uyumaktan hoşlanır. temiz havayı koklamaktan, strand'dan aşağı canlı adımlarla yürümekten hoşlanır. ya da kırlarda, bir bahçe kapısında öten bir horoz vardır; tarlanın çevresinde dörtnala koşturan bir tay vardır. hep bir şeylerden sonra bir şeyler yapılmalıdır. pazartesiyi salı izler; salıyı çarşamba. her biri o aynı gönenç dalgacığını yayar; aynı ritim eğrisini yineler; taptaze kumu bir ürpertiyle örter ya da onsuz ağır ağır geri çekilir. böylece, varlık halkalar geliştirir, kimlik güçlenir. havaya fırlatılıvermiş, her dönemden yaşamın yabanıl, zorlu esintileriyle oraya buraya savrulmuş bir tohum serpintisi gibi coşkun ve sinsi olan şey, şimdi bir yönteme bağlı, düzenli ve bir amaçla savruluyor.

hep bir şeylerden sonra bir şeyler yapılmalıdır. pazartesiyi salı izler, salıyı çarşamba. her biri aynı dalgacığı yayar. varlık, halkalar geliştirir; ağaç gibi. ağaç gibi yapraklar dökülür.

yaşam kusurlu, bitmemiş bir söz dizisi.

yazık! hindistan'da güneş başlığıyla at sürüp küçük bir eve dönemedim. senin yaptığın gibi, geminin güvertesinde hortumla birbirlerine su fışkırtan yarı çıplak oğlan çocukları gibi, ortalıkta yuvarlanamam. bu ateşi istiyorum ben, bu sandalyeyi istiyorum. gün boyu bu şeylerin peşinde koştuktan sonra, onun üzünçlerinden sonra, inlemelerinden, beklemelerinden, kuşkularından sonra yanına oturacağım birisini istiyorum. tartışmalardan, uzaklaşmalardan sonra özel yaşamımı istiyorum, seninle yalnız olmak, bu yaygarayı düzene sokmak. çünkü, alışkılarım konusunda kedi denli düzenliyim. yeryüzünün pisliğine, bozulmuşluğuna karşı çıkmalıyız; dönen, girdaplar oluşturan, kusulmuş, ezen kalabalığına. kişi, kağıt keseceğini bile romanın sayfaları arasında tam bir düzenle kaydırmalı, mektup paketlerini yeşil ipekle düzgünce bağlamalı, faraşla külleri toplamalı. bozulmuşluğun korkusunu sindirmek için elinden geleni yapmalı. romalıların dayanıklılığını ve erdemlerini yazanları okuyalım, kumlar içinde yetkinlik arayalım. evet; ama soylu romalıların erdemini, dayanıklılığını senin gri gözlerinin ışığı altına kaydırmayı seviyorum, dans eden çimenlerin, yaz esintilerinin, oynayan oğlanların kahkahaları, bağrışmaları altında, gemi güvertelerinde hortumla birbirlerini ıslatan çıplak kamarotların. bu nedenle yan tutmaz bir arayıcı değilim. her zaman renkler lekeliyor sayfayı, bulutlar geçiyor üzerinden. ve şiir, düşünüyorum da, yalnızca senin konuşan sesin. alkibiades de ajax, hektor, percival de sensin. ata binmeyi sevdiler, umursamazca tehlikeye attılar yaşamlarını onlar; kitaplara çok düşkün de değillerdi öyle. ama sen, ne ajax'sın ne percival. senin kendine özgü tavırlarınla burunlarını kırıştırmadılar, alınlarını kaşımadılar. sen sensin. birçok şeyin yokluğuna karşın beni avutan da bu işte -çirkinim, güçsüzüm- yeryüzünün aktöre çöküşüne karşın, gençliğin uçuşuna. percival'in ölümüne, sayısız acılara, kinlere, kıskançlıklara karşın.

ama bir gün kahvaltıdan sonra gelmezsen, bir gün seni bir aynada, belki de bir başkasının ardından bakarken görürsem, telefon senin boş odanda çınlar çınlarsa, ondan sonra ben, anlatılmaz acılardan sonra ben -çünkü insan yüreğinin çılgınlığına sınır yoktur- bir başkasını arayacağım, bir başka sen bulacağım. bu arada, gel, zaman saatinin tiktaklarını bir vuruşta susturalım. yaklaş.