31.07.2009

uzun lafın kısası

jorge semprun:
 bilgeliğin doruğu, peşlerinden koşarken gözden kaybetmeyecek kadar büyük düşlere sahip olmaktır.

vasili grossman: faşizmin en büyük düşmanı insandır.

chamfort: hiçbir değerli insan yoktur ki kırk yaşından sonra biraz olsun insanlardan nefret etmeye başlamasın.

gandhi: insanın kendi meşru ihtiyaçlarının çok ötesinde servet sahibi olması hırsızlıktır.

liam o'flaherty: yoksullar kuşlara benzer. yavrularına yiyecek toplamak için şafakla birlikte yola düşerler.

jeremy clarkson: suyun üzerinde yürümeye çalışırsanız batarsınız. öldüğünüzde ise yeniden dünyaya gelemezsiniz. her şey bu kadar basittir.

marquis de condorcet: filozofların aydınlatmadığı toplumu şarlatanlar aldatır.

margaret atwood: hepimiz zaman içinde sıkışıp kalmışız, kehribara hapsedilmiş sineklerden çok -o denli sert ve berrak bir hapishane değil bizimkisi- şeker pekmezine yapışıp kalmış fareler gibiyiz.

louis aragon: insanın günü gününe uymaz; bugün zenginlikler içinde yüzer, yarın sefaletin koynundadır.

balzac: acılarını belirtmelerine engel olan bir utanç vardır soylu ruhlarda. bunları haz dolu bir acımayla sevdiklerinden gururla gizlerler.

lou andreas-salome: inan bana, dünya sana armağanlar sunacak değildir; yaşanacak bir hayatın olsun istiyorsan bu hayatı çalacaksın.

nilgün marmara: hayatın neresinden dönülse kârdır.

26.07.2009

kelepçemin karasında bir ak güvercin

hasan hüseyin korkmazgil


kardeşimi seviyorum
kendimi seviyorum
kanaryanın ötüşünü kayalıklarda
dvorak'ı haydn'ı rahmaninof'u
ormanlı fırtınayı
içimin uğultusunu
seviyorum güneşte kıpırtımı
saçlarınla sonsuz haziranımsın
gözlerine baktıkça
ellerin mi sümbül mü unutuyorum
seni uzun mavilerin ve pembelerin
ama bitti sigaram

"güldümse de bir handeye şayandı azabım
güldüm, bu gülüş benden eziyet gibi geçti"
(rıza tevfik bölükbaşı)

hiçbir şey istemedim şu dünyada kendim için
ne köşk ne araba ne para
tükürmüşsem içine
senin tapındığın o sıfatların
satıyorsam emeğimi yok pahasına
ben işçi çocuğuyum evladım
benim davam başka dava

"ben babamdan ileri
doğmamış çocuğumdan geriyim"
(nazım hikmet)

himalayaların tepesine tırmanmak güç
ama mümkün
okyanusu aşmak da güç
ama mümkün
ay'a ulaşmak da öyle
ama mümkün değil işte
bülbülün eti için öldürüldüğü bir ülkede
sanatı zincire vuranlara
meram anlatmak

dört duvar arasında yıllar geçirmek değildir asıl hapislik
dişlerini sıka sıka ışıklı bulvarşarda
uyutan sabahlarında rotatiflerin
susuz balıklar gibi sönüp gitmektir
asıl hapislik

kim bilir
belki ölümün bile içi götürmüyordur
girmeye buralara

gecenin en zalim saatiyse
yoksa hiç umut
batan bir gemiden denize atıl
yanan bir uçaktan boşluğa tutun
demirse de betonsa da kilitliyse de
yine de bir yerlere varıyor insan

fabrika naci beyin
çiftlik kamran ağanın
ithalat ihracat sigorta
beylerin efendilerin
şirketler tekeller holdingler
ekmeğin etin dizgini
elinde rüfailerin
uludağ sosteyenin
deniz varsılın
peki ama ya devletin
hapishane devletin
ve bizler de işte öyle
kamu adına

benim yoksul halkımın muhteşem zindanları
verilmemiş hakların, kısılmış özgürlüklerin
suçluların korkusunun muhteşem kaleleri
bütün bu gürültüler, bütün bu yaygaralar
açı biraz daha aç, toku biraz daha tok
tutmak için mi
bu karanlık geceleri uzatmak için mi

sizler de insansınız beyler
sizler de yürek taşıyorsunuz
hep bu yönden esmeyebilir rüzgar
bu koltuk hep bu yerde kalmayabilir
nasıl yatacaksınız beyler
nasıl dinlenecek o tatlıcan bedenleriniz
bu ahır gibi zindanlarda

23.07.2009

vatikan'ın zindanları

andre gide

tanrı adına yapılan her şey iyidir. aptallıktan hoşlanıyorsanız öyledir.

en sarsılmaz kararlar en kötü kararlardır.

dün kafamı kurcalayan şeylerin hiçbiri ilgilendirmiyor şimdi beni.

çıraklığın sonu yoktur.

yaşamda, insan kendini düzeltir, kusursuzlaştırır; yapılmış olan düzeltilemez. yaşamın en güzel yanı budur; yeni baştan yaparsınız her şeyi. yaşamda çizmece yoktur.

yapamayacağın şeyi küçümsemekten kolay ne vardır?

kadın yüreği acılar karşısında pek çabuk duygulanır.

sahte zenginlikler insanı tanrı'dan uzaklaştırır.

böyle olur bazı; bayağılığın, ahlaksızlığın tam göbeğinde bile, birdenbire garip duygu incelikleri çıkıverir ortaya; bir gübre yığınının ortasında gök rengi bir çiçek büyür gibi.

iyilik gibi kötülük de, yani kötülük adı verilen şey de nedensiz olabilir.

gerçeğinin yerini sahtesi alınca gerçeğin saklanması gerekir.

yazanlar öylesine çok, okuyanlar öylesine az ki! bir gerçek bu: insanlar gittikçe daha az okuyorlar. bu bir yıkımla bitecek; güzel bir yıkım, dehşete batmış! kaldırıp atacaklar basılmış yazıyı; en iyinin en kötüyle bir araya gelmemesi bir mucize olacak.

fırsatlar yalnız yoksulluktan uzak olanlara, fırsatlardan yararlanmaya yanaşmayanlara düşer.

her şeyin bir zamanı vardır. beklemek yeter bu dünyada.

22.07.2009

deniz feneri

virginia woolf

seni övmeye kalkmak, seni küçük görmektir, cömert, temiz yürekli, kahraman adam!

tıpkı bir çocuk gibi, güzelliğinin farkında değil.

ölmek üzere olan bir kahramanın bile, gözlerini kapamadan önce, "arkamdan insanlar benim için ne diyecek acaba?" diye düşünmek hakkıdır. 

zamanımızda sıradan bir insanın yaşayışı, firavunlar zamanında olduğundan daha mı iyidir?

sanki böyle yoksul ve acılı bir dünyada dürüst bir adamın mutlu görünmesi suçların en bağışlanmazıydı.

ona "hepimiz tanrı'nın elindeyiz" dedirten ne idi? anlamıyordu. gerçekler arasına sokuluveren bu içtensizlik onu kızdırıyor, rahatsız ediyordu. yeniden örgüsünü örmeye başladı. "bu dünyayı nasıl olur da bir tanrı yaratmış olabilir" diye kendi kendine sordu. kafasıyla her zaman şu gerçeğe varıyordu: dünyada ne mantık, ne düzen, ne de adalet vardır; acıdan, ölümden, yoksulluktan başka bir şey yoktur. dünyanın yapamayacağı hiçbir kötülük yoktu; bunu biliyordu. hiçbir mutluluk sürekli olmazdı; bunu biliyordu.

evlenmeseydim belki daha iyi kitaplar yazardım, diye düşünüyordu.

yine kendini o eski düşmanının, yaşamın karşısında yapayalnız hissetti.

ingiltere kraliçesinin hatırı için bile bekleyemeyiz.
meksika imparatoriçesinin hatırı için bile olmaz.

rose'a dönerek "bak, bak" dedi. rose'un bunu kendisinden daha net görebileceğini umuyordu. çünkü çocuklarımız çoğu zaman bizim algılarımızı daha bir pekiştirirdi.

ne tuhaftır, insan çoğu kez postadan önemli bir şey çıkmayacağını bilir de yine dört gözle mektup bekler.

fransızcada, konuşanın düşüncelerini anlatacak sözcük yoktur.

insanların boyuna tıkınıp durmalarına dayanamıyordu. bir şeyin böyle saatlerce sürüp gitmesine dayanamıyordu.

insan, dağlara taşlara mücevherlerini takınıp da tırmanacak denli budalalık eder miydi?

gerçekten de, bazen, en çok bu beyinsizlerden hoşlanıyorum galiba. bunlar tezlerden filan söz edip insanın canını sıkmazlardı. şu çok zeki, çok akıllı adamlar kendilerini nelerden etmiyorlardı ki! nasıl da teker teker kurur kalırlardı.

ama, yine de dünya kuruldu kurulalı sevgi için şarkılar yakılıp duruyor, çelenkler, güller üst üste yığılıyor, insanlara sorarsanız on kişiden dokuzu, bize yalnız onu verin yeter, der. oysaki kadınlar, bunu kendi deneylerinden biliyordu, böyle derken asıl istediklerinin bu olmadığını pekala hissederlerdi. hissederlerdi ki sevgiden daha sıkıcı, daha çocukça, daha acımasız bir şey yoktur; ama yine de güzeldir ve onsuz olmaz.

yaşam sadece bir kadınla yatmak demek değildir.

kışa geçmiş denmezdi ve sen uzaklardaydın
bunlarla oyalandım ben de gölgenmiş gibi

bu arada mistikler, düş kurucular, kumsal boyunca yürüyorlar, bir su birikintisini karıştırıyorlar, bir taşa bakıyorlar, sonra kendi kendilerine "ben neyim?", "bu nedir?" diye soruyorlardı ve birden onlara bir yanıt bağışlanıyordu ama bunun ne olduğunu kendileri de bilmiyordu. yalnız o zaman artık kendilerini buzlar arasında sıcak, çölde serin hissediyorlardı.

her bir martı, her bir çiçek, her bir ağaç, her kadın, her erkek, ak toprağın kendisi bile; yengi iyiliğindir, kalan mutluluktur, egemen olan düzendir, diyordu sanki.

peki ama ne diye böyle durup durup bunu yineliyordu sanki? içinde olmayan bir duygu doğsun diye hep böyle uğraşmak nedendi? bu, kutsal olan bir şeye karşı bir tür saygısızlıktı. bu duygu onda kurumuş, kavrulmuş, tükenmişti. onu buraya çağırmamalılardı, buraya gelmemeliydi. insan kırk dördüne geldikten sonra vaktini böyle boşuna harcamamalıydı.

büsbütün aptal olmadıktan sonra, bir insan nasıl olur da yönleri bilmez, anlamıyordu.

kadınlar hep böyledir; zihinlerindeki bu bulanıklığı gidermek olamaksızdır. onların zihninde her şey açıklığını yitirirdi. 

sen ve ben, o, hepimiz geçip gidiyoruz; hiçbir şey kalmaz; her şey değişir; ama sözcükler kalır, resimler kalır.

macalister'in oğlu balıklardan birini aldı, yanından dört köşe bir parça kesip, oltasının ucuna yem diye taktı. hala canlı olan bu küçük vücut parçasını yeniden denize fırlattı.

öyleyse ne idi bu? ne demek oluyordu? birtakım şeyler böyle birden ellerini uzatıp insanı yakalayabilirler miydi? o kılıç kesebilir miydi? o yumruk inebilir miydi? insanın güven içinde olacağı hiçbir yer yok muydu? dünyanın gidişini yürekten bilmek olanağı yok muydu? bir yol gösterenimiz, başımızı sokacağımız bir sığınak yok muydu? yaşam böyle, beklenmeyen bilinmez bir şey miydi? insan kendini bir kulenin tepesinden boşluğa atı mı veriyordu? yaşlı insanlar için bile yaşam bu muydu? hep böyle, insanı şaşırtan, beklenmeyen, bilinmeyen bir şey miydi?

acı insanı nasıl da aptallaştırıyor!

insanın yapısı resim yapmak için, hissetmek için ne kadar güçsüz, ne kadar yetersiz bir makine idi; hep en nazik anda bozuluveriyordu. o zaman insanın bu makineyi bütün gücüyle zorlaması gerekiyordu.

öyle anlar vardır ki insan o zaman ne bir şey düşünebilir, ne de bir şey duyumsayabilir. peki ama insan böyle hem düşünemiyor, hem bir şey duyumsayamıyorsa nerededir acaba?

21.07.2009

kimi sevsem sensin

attila ilhan



bir rüya gemisi iskele sancak
dokunup geçiyor hayallerine
ağlayasın gelir ağlayamazsın

yanımda o hayal kız ikide birde
yolumu gözlerine bakıp bulduğum

birbirimizde çok fena kayboluyoruz

sevmek için geç ölmek için erken
telefonda kaybolmak sesini beklerken

sevmek sevildiğini bile fark etmeden
yaklaştıkça ölüm soğuk bir yağmur gibi
sevmek zehir zemberek ve yürekten
gecikerek de olsa vuruşur gibi

kimi sevsem sensin / hayret
sevgin hepsini nasıl da değiştiriyor

gözlerinin sisinde sevdalı bir yolcuyum

sinemadan çıkmışız, yağmur başlamış
o gizli hüzünler ki hiç anlaşılamamış

yeşil karanlığında ağır tutsağım
gözlerinden çıkmak başlıca tasam

korkunun bıraktığı yerdeki kız
yasaklarını mı aşamıyor

gülümse tozu gitsin yalnızlığımızın

ikimiz sanki hayal tepeden tırnağa aşık
asla görülmeyecek bir filmde yaşamıştık

hiç kimse bilmiyor kaybolduğumuzu

en büyük kumar ölmek hiç anlaşılamadan

senin beklediğin gemiler hiç gelmeyecek
hiç gelmeyecek o uzun saçlı çocuk
ne kimse onu bekliyor ne de o kimseyi

yalnız bir çocuk geceleri çok kalabalık

bütün bir ömür varılamayacak o liman

öyle ağır yalnızlığı herkese vermiyorlar

içindeki o harp ne yapsa bitmiyor ki

hala kanayan kalbimi aşk ateşi dağlar

çift atlı arabalar hangi rüyayı taşıyor

mehtapta gülümseyen alaycı yunuslar

ne çok ağustos böceği yalnızlığa uzayan

insan annesi ölünce anlar
içindeki çocuğun hiç ölmeyeceğini
aklına geldikçe kahrolur
bunu anlamakta neden bu kadar geciktiğini

sonra o güller
ay ışığında vahşi
bilinmez hangi acıların kanattığı

ve çaresizliği boş bir silah gibi taşımak

martılar uçurulmuş
bir yağmur loşluğuna
kimse kimseyi anlamıyor

ne de olsa insanız
korktuğumuz da olmuştur
ne yalan söylemeli
diz çöküp ferane avlularında
soğuk duvar diplerine

hafızanın perişanlığı
çağrışımların seli

ortalık fena karanlık
yüreğim örtülüyor

içim içime sığmıyor artık
belki fena halde yanılmaktayım

dudakları titrek
gözlerinde buğu
bilmem ki nasıl anlatayım
bağışlanmaz suçu dünyayı sevmek

hesabım yanlış bir mahkemede görülüyor

yaşamak mı gerek yoksa unutmak mı

sanki yalın bir bıçak
bir kırlangıç hızıyla
bulutların arasından
karanlığın böğrüne saplanacak

ilkbahar kadar müşfik
sonbahar kadar yumuşak

gizli kıvılcımlar ki etrafa saçılıyor

20.07.2009

şahbazın harikulade yılı 1979

mine söğüt

tanrı'nın varlığı tartışılabilir ama kaderi inkar etmeye kimsenin gücü yetmez. eğer olacakları kendimiz tayin edemiyorsak, her şey isteklerimizden ve hayallerimizden bağımsız, bildiği gibi vuku buluyor.. deli nehir gibi kendi asi yolunu izliyor.. nihayetinde hiç aklımıza gelmemiş yerlere varabiliyorsa.. kader vardır.

hayatın bizden bu kadar bağımsız ama bizim adımıza ilerleme gücü her zaman korkutur.

ocak ayında doğan kızlar ileride güzel, alımlı kadınlar olurlar. uzun yaşarlar. duyguludurlar, süse, eğlenceye ve gezmeye düşkündürler. gerçekten utangaç olsalar da yaşlandıkça kibir kesilirler. kocalarını kıskanırlar. bir de boyları uzundur. ocak ayında doğan erkekler ileride doğruyu seven adamlar olurlar. istediklerini alabilmek için her türlü fedakarlığı yaparlar. disiplinlidirler. onların da boyları uzun olur.

şubat ayında doğanlara yıldızlar kuvvetin ve aklın gücünü bağışlarlar. bu ayda doğan kadınlar neşeli, sevimli ve alımlı olurlar. eğlenceye düşkündürler. ama iffetsiz de değildirler. bu ayda doğan erkekler çalışkan, zeki ve tıpkı bu ayın kadınları gibi sevimlidirler. soğukkanlılıkları dikkat çekicidir. sözlerinin eridirler ve ciddiyetleriyle tanınırlar.

mart ürkütücü bir aydır. içinde her şey vardır. iyilik.. kötülük.. tehlike.. güven.. ihanet.. mart hayata benzer.

mart ayında doğan kadınlar üstün bir güzelliğe ve saf bir kalbe sahiptirler. bu ay doğan erkekler kararsız olurlar ve esrarlı şeyleri severler. haris ve bencildirler ama söz tutmayı da bilirler.

harika; çok güzel, olağanüstü demek değildir yalnızca; yırtan, sırayı bozan anlamına da gelir. anarşist bir sıfattır. düzen karşıtlığını yüceltir. harikulade ondan da anarşisttir. o da "adet delen" demektir. olağanüstü olan kadar, olağandışı olanı da işaret eder. kural tanımazlığı, başkaldırıyı, isyanı barındırır içinde.

insanların başına ne gelirse inançtan gelir. sen inancın yüzünden buradasın; seni bu hale getirenler her şeyi inançları yüzünden yaptılar. inanç her şeye kadirdir. her şeye.. var etme gücü de ondadır, yok etme gücü de.

nisan ayında iyimserlik, tıpkı yeryüzünün çekirdeğine yakın yaşayan ve dünya yıkılsa ölmeyecek olan kalın kabuklu böcekler gibi toprağın yedi kat dibinden çıkar ve göğün yedi kat üstüne tırmanır. tam her şey bitti derken yeniden yaşama dönen bir hasta gibi.. hayat yeniden bir şeylere kanar. ölümsüzlük hevesine kapılır. bir kabustan uyanır. gözleri bir daha hiç kapanmayacak sanır. aldanır.

nisan ayında doğan erkekler çabuk öfkelenirler.

insanlar yanlış yollara sapmayı severler.

zaman unutturur. unutturur ki, hayat devam etsin. insanlar unutmasaydı, yaşayamazdı. hayat tekrarlanmasaydı, olmazdı. çünkü yaşananlardan başka bir şey yok. yaşananlar yeniden, yeniden, yeniden yaşanmalı ki, varoluş da tekrarlansın.

mayıs rüzgarların ayıdır. çiçekler sevişsin diye her yerde birbiri ardına deli rüzgarlar eser. sıcak bir aydır. sıcaklarda insanların kafası karışır.

mayıs ayında doğan erkekler yaradılış olarak sert, kızgın, hatta kimi zaman kaba olurlar.

dünyanın sonuna geldiğini ne kolay düşünür insan değil mi? sanki hemen kapımızda bekleyen ve gelmesi her an muhtemel bir son varmış gibi. sonsuzluğu hayal edemediğimiz için başımıza neler geldiğini düşündün mü hiç? sonsuzluğu anlayamıyoruz. çünkü bizim teker teker yaşadığımız hayatlar bitiyor. o yüzden zannediyoruz ki hayat bir gün toptan bitecek. hayır! bizim sonlanıp duran kısacık hayatlarımız sonsuzluğu besliyor. biz öldükçe sonsuzluk devam edecek.

savaş, atılan ilk kurşunla başlamaz. savaş önce akla düşer. cinayet de öyle. öldürmek üzerine düşünmeye başladığın anda birileri de ölmeye başlar. istek ve korku aynı güçte yol alır. ölümü isteyenle ölümden korkan.. ölenle öldüren.. aynı kişidir aslen.

yaz aylarında şehir insan kokar. insanlar hangi duyguları yaşıyorlarsa öyle kokar.

haziran vaatlerle dolu bir aydır. başka bir mevsimin ve başka bir zamanın müjdeleyicisidir. uzayan günler, ısınan havalar, hatta kavuran sıcaklar vaat eder. sanki iyi bir şeyler olacakmış gibi.. ama hayal kırıklığıyla doludur. baharın nasıl söndüğünü görür insan. dağlardaki yemyeşil otlar hızla sararır. bahar çiçekleri teker teker ölürler. toprağın çatlaklarında bir hüzün. ağaçların yapraklarında renge düşman bir gölge. haziran hayal kırıklıklarının ayıdır. fırtınaları bol, yağmurları ürkütücü olur. tam her şey artık değişiyor derken, tam bahara sevinmişken, kışla tehdit eder insanı. akılları karıştırır. hayatın hiç de sanıldığı kadar tekin olmadığını acımasızca hatırlatır.

bu ayda doğan erkekler duygulu, zarif ve şen olurlar. olağanüstü bir zeka ve kavrayış yetisine sahiptirler. bu ayda doğan kadınlar güzel olurlar. sevimli olurlar. temiz kalplidirler. yüksek duygulu. en önemlisi de görevlerine bağlı.

acımasız olmak yeryüzünün en meşakkatli işi. kendine bile acıyamayan insan, bizzat acı kesilir. dokunamazsınız. soluğunun keskin buzu sanmayın ki sadece sizin kalbinizi deler. kendi kalbini de delik deşik eder.

temmuz yorucu bir aydır. uzun günler, gittikçe ısınan, ısındıkça ağırlaşan havalar. yağmur yağmaz, rüzgar esmez. her şey durur sanki. yavaşlar. ağır çekimde çekilen acılar..

ölemeyen, ölmeyi beceremeyen insanlar için hayat çok uzundur.

her şey neden oluyor? neden insanlar böyle bir hayat inşa ediyorlar? neden kin ve öç duygusuyla beslenmekten büyük bir haz duyuyorlar? bunun için ölümcül bedeller ödemeye gözlerini kırpmadan katlanıyorlar?

kutsal kitaplar her şeyin cevabını verir, bir bu sorunun cevabında susarlar: "neden?" sorusu tanrıya sorulmayacak tek sorudur. tanrı evreni neden yarattı? bu soruya en yakın cevap "kendini görmek için" olabilir. peki tanrı kendini görmek için yarattığı evrende gördüklerinden memnun mudur? cevap evetse, o kötü demektir. cevap hayırsa, aciz..

yaşam denilen şey gerçeğin peşinde alınan yoldur. kimi zaman bir arpa boyu da olsa, insan gerçeğe baktığında hep ilerler.

sevdiğimiz birinin ölümü karşısında yaşadığımız acı, onun ölme ihtimalini düşündüğümüzde yaşadığımız acıdan daha hafiftir. bir şeyin korkusunu salmak, o şeyi yapmaktan daha çok yıpratır insanı.

ölürken de doğarken de kan akar, unutma..

herkesin eşit ve mutlu yaşamasını istemek şu anki düzende anlamsız bir hedef olabilir. ama iyiyi istemek her koşulda soylu bir uğraştır.

ağustos, adını bir hükümdardan alan, buyurucu ve tüm buyurucular gibi tembel bir aydır. ağustos ayında her şey rüzgarı tükenmiş bir değirmen misali durur. durmayanlar yavaşlar. yavaşlayanlardan bazıları yola bir daha devam edemez, ölürler. ölümlerin en çok olduğu aydır ağustos.

ağustosta, bu cehennem sıcağı ayda doğan kadınlar atak olurlar. bu ay doğan erkekler mert olurlar.

iyi ya da kötü.. olaylar olur. önemli olan ne olduğu, hatta senin başına ne geldiği değildir. önemli olan senin ne yaptığındır.

eylül bu şehirde yaşanan en büyülü aydır. ışık bu ayda, dünyanın saklı tüm renklerini bir anda ortaya çıkarır.

eylül ayında doğan kadınlar genellikle genç yaşta evlenip güzel evlat yetiştirirler. bu ayda doğan erkekler vatana ve ailelerine çok bağlıdır.

insan bir hedefi olmadan varlığını hissedemez.

uzun zamandır ağlamıyorum. ne özlemle, ne de acıyla ağlıyorum. oysa eskiden ne çok ağlardım. abim kaybolduğunda, gözaltına alındığımda, dayak yediğimde, askıda ayak tabanlarımdaki yaralara tuzlar basıldığında, memelerim mengenelere sıkıştırıldığında, uçlarında sigaralar söndürüldüğünde.. en çok da ağzımdaki dişler kırıldığında.. çok ağlamıştım. acıdan değil, yapılanları hazmedemediğimden. bir insan bir insana bunu nasıl yapar, demiştim. nasıl yaparlar insanlar bunu birbirlerine. hem de topluca, son derece rasyonel bir şeymiş gibi, sistemli ve hep birlikte. sonra birden ağlamam durmuştu. sanki tüm sinirlerimin ucu dağlanmış gibi, ne acı vardı, ne de aklımın almadığı korkunçluklar. her şey normalmiş gibi gelmeye başlamıştı. hayat hep böyleymiş gibi. şartlara göre, insan insana her şeyi yapabilir diye düşündüğümü fark etmiştim. ve o andan itibaren başıma gelen her şey sıradanlaştı.

insanoğlunun en büyük gafleti, nereden gelip nereye gittiğini bilmemesidir. din bu soruya cevap verir ama en dindar insan bile bu cevabın şaibesini aklının derinliklerinde bir yerde saklar. kimse öldükten sonra ruhunun nereye gittiğini kesin olarak bilemez. daha da kötüsü, doğmadan önce nerede olduğunu da bilemez. düşün, dışarıda nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen milyarlarca insan yaşıyor. hayat denilen şey, bu iki bilinmezin ortasındaki telaştır aslında. telaş insanı bencil kılar, suç işletir, tehlikeye boğar. hiç kimse başına gelenleri ve gelecekleri bilemiyor. bu şuursuzluk herkesi delirtiyor.

ekim tanrının toprağı uysallaştırdığı aydır. toprak uykuya yatar ve uyurken her şeyi kabule hazır olduğunu fısıldar. ekim ayı toprağın ayıdır.

ekim ayında doğanlar dengeyi temsil ederler. eleştiri ve ölçüyü severler. kadınlar meraklıdırlar. bu ay doğan erkekler yalancı olurlar. sözlerinde pek durmazlar.

yaralı insanlar birbirine yaklaştığı zaman, kader telaşlanır. sırları ortaya çıksın istemez. eğer insanlar başlarına gelenin başkalarının başına gelenlerden çok da farklı olmadığını sezerlerse güçlenirler. insanların gücünü azaltan, kendilerini hedef tahtasının ortasında sanmalarıdır. oysa hayatta hiçbir şey şahsi değildir. iyi şeyler de, kötü şeyler de rüzgarla birlikte yön ve şekil değiştiren bulutlar gibi başıboş dolaşırlar evrende.

tanrıyı arayan insanın aklı hep karışır.

hayat böyle bir şeydir. gerçeğin nerede başlayıp nerede bittiği, rastlantıların neye hizmet ettiği hiçbir zaman çözülemez bir bilmece. yaşamak da hayat labirentinde kaybolma yarışı. çıkışı bulan ölecek..

kasım veda ayıdır. geçmişe veda. geride kalan tüm mevsimlere elveda. mevsimsizdir. içinde yaz da vardır, bahar da.. oysa kış ayıdır. kafaları karıştırmakta o yüzden ustadır.

insanlar devamlı ölümü yaşıyorlar. birbirlerini öldürmeyi düşünerek ve ölümden deli gibi korkarak, hayatın farkına varmayarak. çürüyen bedenlerinin, topraktan başka bir canlı olarak çıkacak olmasındaki harikuladeliği kavrayamıyorlar. kendilerine yalan cennetler, yalan cehennemler uyduruyorlar. sahip oldukları hiçbir şeyi yitirmek istemiyorlar. oysa yitirmek ilerlemektir.

aralık ayında doğan erkekler hareket ve çalışkanlığı temsil ederler. bu ayda doğan kadınlar kararsız olurlar.

19.07.2009

kasabanın en güzel kızı

charles bukowski

her kadın siktirici bir makinedir. ihale en yüksek teklifi verene gider. aşk diye bir şey yoktur. noel gibi bir seraptır aşk da.

kibar olmayacaksın hayatta.

amerika'nın neredeyse herhangi bir kaldırımında on dakikalık bir yürüyüşe çıktığınızda yüz sikiş makinesi geçiyordu yanınızdan. tek fark, onların insan numarasına yatmalarıydı.

ilk yanıklar fena acır.

ruh diye bir şey yok. düzmece. kahraman yok. kazanan yok. yutturmacadan başka bir şey değil. azizler yok. dâhiler yok. oyunun devamını sağlamak için uydurulmuş bir masal. her insan hayata tutunmaya çalışır ve talihli olmayı umar. gerisi hikâye.

küçük adam düzülmeye mahkumdur.

amerika ile rusya onu ortada tutmaya karar verdikleri için mevcudiyetini sürdürebiliyor. ama gerçekten oyun masasına oturduklarını düşün. castro ne yapabilir ki? elindeki fişlerle pespaye bir mısır genelevine bile giremez.

tanrım, insan hayatta kalabilmek için nelere katlanmak zorunda kalıyor. insan yeterince yaşlanmış ve kapana kısılmışsa, yeterince aç ve yılgınsa -çük emer, meme emer, bok yer hayatta kalabilmek için ya da intihar eder. insan ırkı en aşağılık ırktır.

her erkek karısını düzmekten sıkılır.

çirkin erkeklere müşfik davranır, yakışıklı erkeklerden iğrenirdi. "hayat yok onlarda" derdi. "mükemmel kulaklarından ve burunlarından başka bir bok düşünemezler. yüzeyseldirler. içleri yoktur." deliliğe yakın bir mizacı vardı; mizacına delilik diyenler de.

başarılı olduğunda dünyanın en güzel kentiydi los angeles. olamadığında da ondan kötü tek bir kent vardı: new york.

nedir ki evlilik? onaylanmış bir sikiş. onaylanmış sikişler ama hiç şaşmaz, sonunda sıkıcı olur, işe dönüşür. ama dünyanın istediği buydu: kapana kısılmış, yapması gereken bir işi olan zavallılar. erkeğin hiç şansı yoktu. büyütülecek bir şey değildi sikiş. her kadın biraz farklı sikişiyordu, erkeğin düştüğü tuzak da buydu.

wallace stevens: sanayi yolu ile başarıya ulaşmak köylü idealidir.

bu dünyanın mirasçıları alçak gönüllülerdir.

her insanın hayatında kaçmakla direnmek arasında bir seçim yapmaya zorlandığı anlar vardır.

iğrenç insanlardır gazeteciler. tuvaletlerden kadınların aybaşı bezlerini toplayan kapıcılarda daha çok ruh vardır, doğal olarak.

yirmi beş yaşında herkes dâhi olabilir; ama elli yaşında beceri ister.

canlı bir kadına âşık olmak sadece ahmaklara mahsustur.

her şeyden korkuyorum: insanlardan, binalardan, şeylerden, her şeyden. en çok insanlardan.

önemlidir tarz. gerçeği haykıran çok insan var; ama tarzın yoksa unut gitsin.

sadece bu önemlidir, o canım düşün yitirilişi ve onu yitirmişseniz gerisinin önemi yoktur; generallerin ve para babalarının oynadığı oyunlardır gerisi.

demokrasi ile diktatörlük arasındaki fark şudur: demokraside önce oy kullanıp sonra emir alırsın, diktatörlükte seçimle filan zaman kaybedilmez.

bu konular ölümü de içeriyorsa, kanımca, insanın kendi ölümünden sorumlu olması, ölümün özgürlük, demokrasi, insanlık, milliyetçilik ve/veya diğer palavraların bir sonucu olarak gelmesinden çok daha az rahatsız edicidir.

tek bir fırsat yetebilir insana hayatta, ondan sonra beyefendi olursun.

insanın odasında içmesi çok daha iyidir elbette; ama yılların deneyimiyle dört duvar arasında bir başına oturmanın da bir sınırı olduğunu, bir yerden sonra dört duvarın seni öldürmekle kalmayıp seni öldürmelerine de yardımcı olacağını öğrenmiştim. düşmana kolay zaferler sunmanın âlemi yoktu. yalnızlıkla kalabalık arasındaki hassas dengeyi kurmak -işin sırrı buradaydı, akıl hastanesine düşmemenin sırrı.

18.07.2009

aşk

halit ziya uşaklıgil

aşk, geçici bir neşe, bir hayal değil midir?

aşk! o, gençlerin dudakları titreyerek, kalpleri çarparak, gözleri yanarak söyledikleri kelime, o gençliğin ruhsal bir hastalığından, beynin gelip geçici bir ateşli hastalığından başka bir şey midir? aşk! gençler, bu kelimeyi söylerken zihinlerinde yüce, ilahi, meleklere özgü bir kuvvet hayal ederler; kalplerinde o kuvvete bir mabet meydana getirirler. bütün fikirleri, bütün hisleri ona tapınmaya adanmıştır. fakat ihtiyarlara sorulsun; öfke zamanları, heyecanlı fikirleri dinginlikle son bulmuş o ihtiyarlara sorulsun da görülsün, aşk ne demektir!

aşkın taşmasına hiçbir şey bir felaketten daha çok yardımcı olamaz.

aşk, bir şişe parçasına benzer. insanın gözlerinde ruh okşayan, hayal uyandıran renklerden oluşan bir sihir âlemi gösterir. insan, saadeti bu renklerden, bu ışıklardan, onların içinde uçuşan gülüşlerden oluşmuş zanneder; fakat bir kaza dokunup da o şişe düşüp kırılsa, o hayali saadet, bir rüyadan sonra kalan hatıra kalıntısı gibi silinir, elde şişenin kırıklarından başka bir şey kalmaz.

aşkta saadet aramak, şarapta neşe aramaya benzer. onun sarhoşluk lezzeti uçtuktan sonra ruhta acıklı bir uyuşukluk bırakır. seviyorum, seviliyorum, mesudum zannedersiniz; elinizde henüz dolu duran, size neşe veren kadehi bitiriniz, onun dibinde sizi bekleyen şey üzüntüden başka bir şey değildir.

kalbimizdeki hisler yine bizden gördükleri izin üzerine ortaya çıkmışlar, var olmuşlar, yayılmışlardır. her arzumuzu kendimiz icat ettiğimiz gibi aşkımızı da kendimiz icat ederiz.

doğrudur, gençlik her şeye inandırır. gençler sevdiklerine, sevildiklerine, sevmek dedikleri o kuruntu, gerçek olmayan, hayali şeyin hakikatine, biraz şiirli, biraz hayalli, biraz tatlı olan şeylerin hepsine inanırlar. kendilerine hülyadan kurulu, yapma bir hakikat icat ederler; fakat o hakikate biraz ihtiyar gözleriyle bakınız, ne kadar hayale dayalı olduğunu anlarsınız.

çakal

frederick forsyth

tek başına, yardımcısız çalışan adamlar tehlikelidir. üzerlerinde hiçbir denetim sağlanamaz.

profesyonel biri inandığı şeyin etkisiyle harekete geçmez; daha sakin, daha ölçülü, aynı zamanda da her türlü kuruntudan yoksundur. gelebilecek bütün tehlikeleri önceden hesaplamıştır. dolayısıyla da başarıya ulaşma ihtimali herhangi birinden daha çoktur. ama yalnız üzerine aldığı işi başarmasına değil, sağ salim kurtulmasını sağlayacak bir plan yapmadıkça yerinden kıpırdamayacaktır.

insan tek başına hazırladığı bir harekattan vazgeçmeyi sevmez.

16.07.2009

katiller demokrasisi / hırsızlar düzeni

uğur mumcu

türk vatandaşı; isviçre hukukuna göre evlenen, italyan ceza kanunu ile cezalandırılan, alman ceza usulü'ne göre yargılanan ve islam hukukuna göre gömülen kişidir.

mahmut esat bozkurt: demokrasinin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir.

türkiye'de bilgisizliğin en geçerli olduğu yer, hiç şüphesiz siyaset hayatıdır. eğer bilgisizliğin diploması verilseydi, siyasi partilerimiz birer okul olurdu.

türkiye azgelişmiş değil, geri bırakılmış bir ülkedir.

insanlara can güvenliği sağlayamamış bir düzene hukuk devleti denilemez. devrimcilerin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir düzene demokrasi denilemez. yolsuzlukların devlet yetkililerini sardığı bir düzene anayasa düzeni denilemez. bu, katiller demokrasisidir. bu, hırsızlar düzenidir.

en büyük yargıç insanın kendi vicdanıdır.

insanlar sadece konuştuklarından değil, sustuklarından da sorumludurlar.

atatürk: türk genci devrimlerin, bu rejimin sahibi ve bekçisidir. bunların gerekliliğine herkesten fazla inanmıştır. rejimi ve devrimleri benimsemiştir. bunları güçsüz düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı veya hareket duydu mu, bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, adliyesi vardır demeyecektir; hemen işe girişecektir.

her demokrasi bir çeşit oligarşidir.

bir toplumda bir kısım insanlara hak diye dağıtılan yetki diğerlerinden esirgenirse, mülkün temeli olan adalet ancak küçük siyasi oyunların harcı olur.

aslanın sırtında hüküm sürenler, bir gün o kaplana yem olmaktan kurtulamazlar.

kapitalizm, hakim ekonomiler nazariyesi gereğince enternasyonaldir. yani asıl milliyet tanımayan akım budur. sol akımlar bu enternasyonal güçle savaştıkları için millidirler. daha doğru bir tanımla, kapitalizm bugün uluslararası soygun örgütünün kibarca bir adıdır. sol bu soyguna karşı milli direnişleri örgütleyen milliyetçiliğin gücüdür. ve milli uyanışları örgütlediği ölçüde sol olacaktır.

faşizm, ayrıcalıklı sınıfların ekonomik ve siyasal egemenliğine dayanan bir diktatörlük çeşididir.

sosyalizm ile faşizmi birbirinden ayıran kesin ölçü, emek ve sermayeye karşı takınılan tavır ile belli olur. devlet düzeni ve gücü sermayeye dayatılmak istenirse, bu düzene isim babaları tarafından ne ad verilirse verilsin, bu düzenin adı faşizmdir.

faşizmin sıkı sıkıya sarıldığı milliyetçilik kavramı da aslında bir kavram hırsızlığı, ulusal duygular dolandırıcılığıdır. faşist, dış çevrelere dayandığı ve de dayanmak zorunda kaldığı için, milliyetçi olamaz. enternasyonal sermayenin ancak basit bir komisyoncusudur.

sol sadece, halkın sorunlarını halka anlatmak, çözüm yollarını birlikte bulmak ve yeni adaletli düzeni birlikte kurma savaşıdır. entelektüel dedikoduculuk, bireysel bunalım, bilgiçlik gösterisi, meyhane gevezeliği değildir.

her demokratik aşama, bir siyasal savaşın sonunda kazanılır.

nihat erim: bir memleket medeniyette ilerledikçe cezalar da yumuşar. medeniyet itibarıyla geri olan milletler ağır cezalar koyarlar.

korkak bin kere ölür; cesur bir kere.

emperyalizmin cirit attığı her ülkede faili meçhul cinayetler işlenmekte ve katiller sahte demokrasinin utanç duvarları gerisinde gizlenmektedir. uluslararası örgütlerin okyanus ötesi merkezleri, geri bırakılmış ülkelerdeki milliyetçi şahlanışların nasıl engelleneceğini planlama çabasındadır. gizli raporlar düzenlemekte, casuslar kiralamaktadır. emperyalizmin kanlı elleri, türk devrimcilerinin de peşindedir. amerikan büyükelçisinin otomobilinin yakılması olayına karışan taylan özgür, herkesin gözü önünde öldürülmüştür. katil, silahını kılıfına sokup olay yerinden uzaklaşmıştır. katil tanınmış; ama ilgililer susmuştur. polis şefleri susmuştur, savcılar susmuştur, başbakan susmuştur, partiler susmuştur.

tarafsız aydın olmaz. aydın, halkın devrimci savaşına inanmış insandır. tarafsız aydın olmak, kamuoyunu dolandırmak demektir.

hoca-öğrenci ilişkisi

david b. resnik

ideal hoca-öğrenci ilişkisi her iki taraf da birlikte çalışmaktan yarar gördüğü zaman bir ortaklık ilişkisidir. bu ilişki genellikle her iki tarafa ve bilime yarar sağlasa da, hoca-öğrenci ilişkisinde etik sorunlar ortaya çıkabilir. akla gelen ilk sorun, hocaların öğrencileri sömürmesidir. bu sömürü birkaç şekilde olabilir. bazen bilim insanları katkıları için öğrencilere onur payı vermezler. bazen de hocalar, araştırmalarındaki hatalar ortaya çıktığında suçu öğrencilerine atarlar. bir yüksek lisans öğrencisi, hatalı veya hileli bir araştırmanın sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalabilir. bazen hocalar, öğrencilerinden kişisel veya cinsel yarar sağlamaya da çalışabilirler. kimi zaman da öğrencilerinden kendi araştırmalarına çok zaman harcamalarını isteyerek, öğrencilerin bizzat kendi araştırmalarıyla ilgilenmelerine engel olabilirler. nitekim, pek çok yüksek lisans öğrencisi çalışma koşulları ve beklentileriyle ilgili suistimalleri bildirmektedir.

15.07.2009

12 eylül

maureen freely

türkiye insan hakları vakfı'nın verdiği rakamlara göre 12 eylül 1980 askeri darbesini takip eden yıllarda 650 bin kişi -mavi ve beyaz yakalı işçiler, devlet memurları, üniversite öğretim üyeleri, öğrenciler, teknisyenler, doktorlar, avukatlar, hukukçular ve sivil liderler- siyasi nedenlerle gözaltına alındı ya da tutuklandı. bunların 210 bini mahkemeye çıkarıldı ve 65 bini mahkum edildi. 6353'ü için ölüm cezası istendi ve kabul edilen 500 ölüm cezasından 50'si infaz edildi. işkence gören ve sakatlanan binlerce kişiden 460'ı öldü.

darbenin ardından sıkıyönetim komutanları ayrıca 4891 memuru görevden aldı ve 4509'unu sürgüne gönderdi; 20 bin memur da istifaya veya emekliye ayrılmaya zorlandı. toplam 30 bin kişi ülkeden kaçtı; 15 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı. kürtçenin yasaklanmasıyla türkiye dünyada bir dilin konuşulmasını yasaklayan tek ülke konumuna geldi.

gazete ve dergiler bazen geçici bir süre için, bazen de süresiz olarak kapatıldı. gazeteciler ve yazarlar uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldı; bazıları aynı anda yüze yakın suçla yargılandılar ve ardıl olarak verilen cezaları yüzyılları buldu. on binlerce kitap yakıldı, 937 film yasaklandı ve -bir süreliğine- bütün partiler siyasetten men edildi. toplam 23667 örgüt, kurum ve sendika zorla kapatıldı.

bu süreçte uygulanan işkence yöntemleri şunları içeriyordu: dayak, göz bağlama, sistemli aşağılama, elektrik şoku, yalancı infaz, tecrit, askıya asma, yiyecek ve su kısıtlaması, cinsel taciz, tecavüz, soğuk zeminde yatırma, tazyikli su verme, ölüm tehditleri ve falaka. işkenceciler mütemadiyen kurbanlarının saçlarını, bıyıklarını ve tırnaklarını çekiyor, tırnaklarının içine iğne batırıyor, testislerini sıkıyor, onları çöple kaplı hücrelerde beklemeye zorluyor ve işkenceye uğrayan diğer kurbanları izlemeye ya da çığlıklarını dinlemeye mecbur bırakıyorlardı. kurbanların yakınlarına işkence etme tehditleri de yaygındı. bazı kurbanlar araba lastiklerinin içine sokulup dövüldüklerini, kar altına gömüldüklerini, lağım çukurlarına batırıldıklarını ve tuz ya da insan dışkısı yemeye zorlandıklarını rapor ettiler. tihv'nin topladığı verilere göre işkencelerin %78'i emniyet merkezlerinde, %11,6'sı karakollarda, %9'u jandarma istasyonlarında ve %1,3'ü de başka yerlerde yapıldı.

hapishanelerde şiddetin başka pek çok biçimi de yaygındı. koğuşlar genellikle çok sıcak, çok soğuk ya da tehlikeli derecede kalabalıktı; mahkumlar temiz havadan mahrum bırakılıyor ve özel eşyaları baskınlarda mütemadiyen yok ediliyordu. ayrıca yiyecek, içecek, giysi, kitap, gazete, yazı malzemesi, zaruri ilaç ve tedavi gibi ihtiyaçlar mahkumlardan sistemli bir şekilde esirgeniyordu. uğradıkları zulüm sonucunda ciddi bir şekilde yaralanan ya da hastalananlar çok ender hastaneye yatırılıyordu: "iz bırakmayan işkence" tabiri de buradan geliyor.

derin suyun gökleri

bedirhan toprak

ne zaman avcuma geçse şarabın rengi ışıktan, dalımda şen şakrak şarkısı öte kuşlarının. kalksam, el etsem başımın üstünde kanatlarına çığlık çığlığa çırpınan, birdenbire uçuruşları beni bütün gökyüzlerine gecenin. eğilsem ne zaman, ayna diye, benim en güzel aynam diye ay'ı alıp düşürmesi kuyularıma, sessiz mi upuzun hışırtılarla aralanan ıhlamur dallarının, ay'la el ele birdenbire kışkırtması balıkları bütün denizlerine rüzgarın. dururum o zaman ruhuma akan bütün suları yudum yudum, bütün kanatlarını kuşların, balıkların pullarını, yapraklarını ormanın, uzun yol yolcusu kardeşlerimin yorgunluklarını serin ve geceyi şimdi, sabahı sonra, sonra da bütün bir ömrü tam da orta yerinden yarıp da koynuna bir gül bırakan en mutlunun doruğunda kırmızı ışıktan bir çığlığı. dönerim, ne zaman avcuna geçse şarabın rengi, der bin yılların meşe masa, kuşlar: ne zaman pıt pıt atsa yüreğin, o en mutlunun doruklarından gül çığlık ne zaman özlesen beni.. dünya binbir kanadıyla döner pervanelerin ben öyle çıkarım en derin suyumdan, en uzak göklerime sere serpe deli, divane, aşk, kardeş ve hayat.. o zaman ancak, ışığından senin.

14.07.2009

sünger avcısı

panait istrati

yaratılışın gizeminde birtakım hatalar olmalı. hayvanlaşma eğilimi olan canlılar insan görünümüyle dünyaya gelirken, insanlar arasında bulunması zor niteliklere son derece yatkın yaratıklar da ağızdan dilden yoksun hayvanlar biçiminde dünyaya geliyorlar.

kursağında bir şey varsa ve bunu çıkarmak istiyorsan, vazgeçmek cinayettir, tembelliktir, suçtur.

acıların en bayağısı olan hayvani duygulardan kaynaklanan üzüntüye her zaman nefretle baktım.

tanrım! insana veba, cüzam, aklına ne gelirse ver ama kişilik sahibi bir kadın verme sakın!

insanlık; cadde, elektrik, hatta hastane falan gibi sağlık kurumları olmadan da yaşayabilir; ama ruhsuz asla!

insanların yüreklerinde yüce duyguları varolmayı sürdürdükçe yüreklerinden eksik olmayacak tek şey büyük dostluklardır.

insanın aptal olarak doğması çok daha iyi. kör olarak doğmak, büyük istek ve özlemlerle doğup da dar gelirli bir aileden olmaktan çok daha iyi.

peşisıra büyük bir üzüntüyü sürükleyen kısa bir zevk anı sayesinde dünyaya geliyoruz.

günün birinde rüzgarların önüne kapılmış yapraklardan birinde şunları okudum: "ülkemizin tüm vatandaşları yasa önünde eşittirler. aynı hak ve görevlere sahiptirler." daha on beşimde bile değildim. dudaklarım gülmeyi çoktan unutmuştu. gel gör ki bu palavrayı okuyunca gülmekten kendimi alamadım.

dünya topu topu üç kümeye bölünüyor, fazla değil. bunlardan birincisi, soğan kokan bıçakla ekmek kesilmeyeceğini kendiliklerinden bilen kişiler. bir kısım kişiler de var ki, düşünmezler ama göre göre öğrenirler. diğer bir kısmıysa bilmezler, görerek de öğrenmezler; soğan kokan ekmeği yemeyi ya da başkalarına yedirmeyi sürdürürler. eğer yeryüzünde adalet diye bir şey olsaydı, bu insanlardan birinci kümedekiler emir verir, ikinci kümedekiler bu emirleri yerine getirir, sonuncularsa boyun eğerlerdi. böylece dünya ilerlemiş olurdu, işte bu yok. çünkü yaşamın anlamı yok.

büyük nehirler tıpkı büyük ruhlar gibidir. derinlikleri sık sık değişiverir. gerçek denizcileri çeken de işte budur aslında. yaşamı kavrayan bir insanın gözünde hiçbir şey gide gele alıştığı bir yol kadar sıkıcı olamaz.

yazgı dediğimiz kendi yüreğimizden başkaca bir şey değil. insan neyse ancak o olabiliyor.

gülünçlük, yıldırımın parçaladığı bir ağacın kökünde yaşamayı sürdüren zehirli bir mantardır.

insan engereğinin anlamsız istekleri ve sınırsız olanakları vardır. öfkelenmesi ve kuyruğu üzerinde dikilmesi için kobranın kuyruğuna basmanız gerekir. insanların sizi ısırmaları için pek o kadarına gerek yoktur. onlar güzel olan, büyük olan ve doğru olan her şeye karşı doğuştan öfkelidirler.

büyüleyici sözcükler oldubitti insanoğluna pahalıya patlamıştır.

köleliğinin bilincinde olan insanda minnet duygusu uyanması bir mucize işidir.

utanç, onur diye adlandırılan şey, toprakta biten bir çiçektir.

insanoğlu alçak yaratılıştadır: eğer o kendisi yaşamı istemezse yaşam onu ister ve bu da ötekinden pek farklı değildir. çünkü yaratmanın gayesi yeryüzünü onurlu yaratıklarla değil, hayvanlarla donatmak oldu.

boşuna çaba ruhun yıkımıdır. kendisini zorla kabul ettiren bir kötülüğü benimsediğimiz an güçleniriz. mutsuzluk kalkar ortadan.

eğer insanoğlu, ömür boyu aynı kilometrekarelik toprak parçasında dönüp dolaşmaya, dolap beygiri gibi hep aynı yerleri görmeye, hep aynı yerleri arşınlamaya, orada yaşamaya zorunluysa, bu uçsuz bucaksız, bu çekici dünya neye yarar? neye yarar gönlümüzün bitmez tükenmez istekleri? insanın ömrünü köhne eviyle işi arasında geçirmektense, bu ömrü düşlerinin mısır'ı ile hapishane arasında paylaştırması çok daha iyidir.

bir sürü riskler ve amansız çabalar pahasına yaşamdan söküp aldığınız şeyin mutluluğuyla kıyaslanacak bir başka mutluluk daha bulunabildiğini hiç sanmıyorum. insanların sizi alçakça yok saymalarına yolaçan her şey imrenilecek bir sevinçtir. ve tüm sevinçler soyludur. eğer elinizi yazgınızın mangalına daldırarak onları arayacak olursanız, hepsine ulaşabilirsiniz. dünyasal mutlulukların acımasız korucusu tarafından ısırılmayı kabullenmeye hazır olduğunuz sürece arzunuzun gözüpekliği karşısında korların elinizi yakmasının hiç önemi yoktur.

her türlü nasipten payını alamamış iki el ve alçaltıcı suskunluğu üstlenmiş cömert bir yürekle yeryüzüne meydan okuyan insanın yaşamında her şey kahramanlıktır.

dostların dostluk gösterileri bir fecaattir. erkek kalbi en sevdalı metres kalbinden daha kolay kırılır. nedeni çok değişik olsa da, sonuç ikisinde de aynıdır. çok ağır iyileşen derin bir yara açar. insanın kolay kolay belini doğrultmasına fırsat tanımayan bir yara.

yaşam, iz demektir. ruhun olduğunun, yaşadığının bir kanıtı demektir. bunu kanıtlayamayan insanın hayvandan farkı yoktur.

özgürlük, uyum demektir. sendelemeden, ayağı sürçmeden evrimleşme demektir. yeryüzünde sevgiyi, mükemmeline yakın bir halde ancak insanoğlundan daha az karmaşık yaratıklarda bulabilirsin.

dostluğa karşı duyarlı bir insanın yaşamı seradaki çiçeğinkinden farksızdır.

ancak sefalet içerisinde olduklarında mutlu olan insanlar vardır.

erdem, tutkulu insanlarda, mutsuzluğun sığınağıdır.

kinden uzak olanlar için anılar başlı başına bir zevktir. çünkü anılar insanın gözlerinin önüne her türlü kötülükten arınmış olarak gelirler.

en parlak duyguların güzelliğini yapan, kesinlikle acıdır.

can sıkıntısı, yaşama çok bağlı insanların en iyi can yoldaşıdır.

insanlar sadece ortak olan yıkımlara karşı duyarlıdır.