30.06.2009

uzun lafın kısası

lao-tzu:
 her şey apaçık, bulanık gören benim.

irvine welsh: köpek balıklarıyla yüzüyorsanız hayatta kalmanın tek yolu, içlerindeki en büyük köpek balığı olmaktır.

mario vargas llosa: en kötüsü, bu lanet ülkede her gün yaşanan o korkunç şeylere tanık olmaktır.

neval el-saadavi: bir erkek isyan bayrağını gökyüzüne kaldırsa bile bir çocuk gibidir.

soti triantafyllou: evlilik, tıpkı tüm bir ömrü hapiste, hastanede ya da manastırda geçirmek gibi anormal bir durumdur.

jules michelet: adalete karşı olan hiçbir şey devam edemez.

viktor emil frankl: insanı en çok yaralayan şey, fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır.

muriel barbery: yoksulların nefret ettikleri bir şey varsa o da diğer yoksullardır.

rana dasgupta: bazı insanlar mükemmeliyetçidir. bu bir tutkudur onlarda. bir şeyi beş kez, on kez denerler, fark etmez. sonunda öyle yüksek bir standarda ulaşırlar ki, artık kimse onlarla baş edemez.

edmundo paz soldan: iflah olmaz bir istekle cenneti arayan huzursuz yaratıklarız.

balzac: iyi insanlar uzun zaman dünyada kalamazlar. gerçekten de büyük duygular bu bayağı küçük, yüzeysel toplumla nasıl bağdaşabilir?

franz kafka: evet umut var, çok umut var; ama bizim için değil.

28.06.2009

cinslerin savaşı

r. w. connell

tüm toplumlar, kendilerini ve üyelerini yeniden üretmek ve bu yüzden de yeni insanlar üreten cinsel ve toplumsal ilişkileri barındırıp ayakta tutmak zorundadır. işte bu nedenle, tüm toplumların kendilerini cinsiyetin biyolojik olgularıyla bağdaştırması gerekir. bundan genellikle, tüm toplumların çekirdek aile veya onun bir türü üzerinde temellenmek zorunda olduğu düşüncesi çıkarılmaktadır.

toplum, cinsiyetler arasındaki ayrımı kültürel olarak ayrıntılandırır. giysi bildik bir örnektir. insan vücudunun ortalama biçim ve görünümü açısından erkekler ve kadınlar arasında çok az farklılık vardır. toplum, söz gelimi kadınların göğüslerini veya erkeklerin penislerini vurgulayan giysilerle bu farklılıkları abartır ya da kadınlara etek, erkeklere de pantolon giydirerek onları kategorikleştirir.

herhangi bir öneme sahip işi almak için girilen rekabette erkekler kendine güvenme ve iddialı olma açısından daha üstündür. kendilerini hormonları yüzünden sürekli zayıf düştükleri bir iktidar çekişmesinde tüketmektense, tabi kılındıkları bir konumu kabul etmek kadınlar için akılcıdır. işte bu yüzden, yuva yapmayı kadınlara, iş dünyasının rekabetçi uğraşını erkeklere tahsis eden toplumsal düzenlemelerimiz var.

kategoricilik iktidarı kabul edebilir ama pratik politika unsurunu (seçim, kuşku, strateji, planlama, hata ve dönüşüm gibi) analizinden siler atar. geleneksel popüler kültürdeki "cinslerin savaşı" komedisi, tam da bu tür bir silme işlemiyle cinsel politikanın düşüdür. kocalar yanılır, karılar dırlanır, kaynanalar çekiştirir, kızlar kırıştırır, oğlanlar çocukluktan çıkamaz ve bu kesinlikle hep böyle gider. insanlar ne tür girişimlerde bulunurlarsa bulunsunlar hiçbir şey değişmez. kategoriciliğin daha karmaşık biçimlerinde pratik politikayı marjinalleştiren keyif değil mantıktır.

26.06.2009

fahişe

hüseyin rahmi gürpınar

has bahçenin baldıranı, çöplüğün gül fidanı olur.

içimizde en talihsiz olanlar bir erkeğe cidden gönül vermek felaketine uğrayanlardır. bir erkeğe âşık olmak bizim gibi kadınların yıkımına yol açar. samimiyetle seven, çoğunlukla aşağılanır, ihanete uğrar. işte bu sebeple, sevilip sevmemek, aldatıp aldanmamak, uymaktan hiç vazgeçmemeye uğraştığımız bir kuralımızdır. bizce sevmek ahmaklık, merhamet kabahattir. bize göre ahlaka aykırı hareket işte bu kuralın dışına çıkmaktır.

bizim oyunumuz gönülleri eğlendirmek, sermayemiz kurnazlıktır. işin içine samimiyet, sevgi gibi budalalıklar girse işin sonu korkunç olur. bu çağın medeni ilerlemelerinin etkisiyle her şeyde görülen değişim, aşk ve sevgide de kendini gösterdi. eski saf ve masum sevgiler şimdi yalnız modası geçmiş bazı hikâyelerde kaldı. şimdi hayvan gibi sevişiyorlar.

bir akşam sohbeti

ahmet haşim

montparnasse'ta, küçük rus lokantası cigit'te toplandık. bizi davet eden hanımefendi, onun ahbabı genç bir avusturyalı kadın, sanat akımlarını yakından takip eden iki fransız genci: doktor lacan, vikont de santak, ben.

cigit, düşkün rus asilzadelerinin bütün büyük şehirlerde açtığı malum müzikli, içkili lokantalardan biridir. duvarlar rusların pek sevdiği binbir gece masalları sahnelerini gösteren renkli resimlerle sıvanmış, beyazlıkları şüpheli örtüler altında saklanan küçük masalar üzerinde kırmızı abajurlu lambalar yanıyor. alttan gelen bu kırmızı ışıkla bütün lokantayı dolduranların çehreleri yukarı doğru uzanmış, sanki dünyaya yabancı, esrarengiz bir alem köşesi. kalabalık içinde güçlükle boş bir masa bulabildik. deli veya dahi türünden birtakım insanların toplandığı bu köşede bütün tuhaflıkların asil bir cazibesi var. tam fikir ve sanat sohbetlerine yakışan bir çerçeve içindeyiz.

yemek sırasında doktor lacan'a sordum:

"edebiyatınız ne halde? son manzarası nedir?"

"edebiyatımızın bugünkü timsali düz bir çizgi değil, bir ağaçtır. kütüğün ekseni etrafında muhtelif sanat akımları ayrı dallar şeklinde her istikamete doğru uzanmış, hava ve ışığı aynı zamanda emip duruyor. şahsiyete azami hürriyeti tanıyan bir devre yakışan da bu değil midir?"

"bu dalların isimleri?"

"saymakla tükenmez ki; başlıcaları kübizm, fütürizm, dadaizm, sürrealizm.. sembolizmin çürümesinden meydana gelen bütün bu mantar cinsinden ekollerin hemen hepsi birtakım yabancıların memleketimize getirdiği kahve ve meyhane hareketleridir. biz misafirperver bir milletiz. hapishanelerimiz yabancı suçlularla, hastanelerimiz yabancı hastalarla, mekteplerimiz yabancı öğrencilerle, akademilerimiz, enstitülerimiz yabancı alim ve sanatkârlarla doludur.

müzelerimizde kendi büyüklerimizin günden güne artan ürünlerine bile yer bulamazken legion d'honneur nişanıyla dehasına hürmetimizi ödediğimiz ve büyük hünerini şerefle benimsediğimiz japonyalı ressam foujita'nın şaheserlerine sanat hazinelerimizin en seçkin yerlerini ayırdık. aslen polonyalı landowsky bizim en büyük heykeltıraşlarımızdan biridir.

kübizmin bizde babası edebiyatta guillaume apollinaire ismiyle tanınan polonyalı wilhelm kostrowitsky'dir. kübizm başlangıçta yalnız resme mahsus bir yenilikti ve empresyonizme karşı bir tepki olarak vücuda getirilmişti.

resimde empresyonizm, modelin belirli bir ışık altında, bir ana mahsus şekil ve vaziyetini tespit etmeyi hedefler. kübistler ise modelin yalnız görünen cephesini değil, görünmez kısımlarını da, üç boyutunu da tabloda göstermek gayretine düştüler. bu suretle seyirciler bir gün aynı tablonun çerçevesi içinde bir keman parçasını, bir tarağı, bir çubuğu, bir bıyığı ve bir yarım insan çehresini toplanmış görmekle hayret içinde kaldılar. kübist ressam yaptığı bir şeklin ayağını resmetmek için şayet yer bulamazsa, bacağı başın yan tarafına uzatmakta hiçbir mahzur görmez. guillauma apollinaire ve arkadaşları bu düsturu ressamlardan kıskanarak onu yazı sahasına taşıdılar ve şiiri de tasvir ettiği konunun bütün ayrıntısını, karmakarışık nakletmeye mecbur ettiler."

"fütürizm?"

"dünya savaşı'ndan iki sene evvel beliren fütürizmin de fransa'da önayak olanı aynı guillaume apollinaire'dir. fütürizm aslen italyandır ve mucidi marinetti isminde biridir. fütüristlerin iddiası yalnız çağdaşlar tarafından değil, gelecek nesiller tarafından da anlaşılmaktır. bunlar geleceğin sözde habercileridir. fütürist şair makinelerden, fabrikalardan bahseder ve yeni hayatın süratini anlatmak maksadıyla tasvirlerini hiçbir bağla bağlamaksızın bir sinema dönüşü süratiyle sıralar."

"dadalar?"

"bir manası olmayan 'dada' tabiri 1916 senesinde isviçre'de, zürih şehrinde toplanan ve reisleri tristan tzara isminde bir romanyalı genç olan, muhtelif milletlere mensup küçük bir zümre tarafından icat edildi. bunlar iki sene sonra karargahlarını paris'e taşıdılar ve orada birtakım fransız gençleriyle birleştiler. guillaume apollinaire bu yeni grubun da içindeydi.

dadaizm esas itibariyle dünya savaşı neticesinde iflas eden bütün mantık ve felsefeyle alay ve sağduyuya hakaret için saçma sapan söylenmekten başka hiçbir şey değildir. bu mesleği, edebi bir ekol şeklinde değerlendirme ona hakaret etmektir. zira onuni iddiası hiçbir şey olmamaktır."

"sürrealistler?"

"sürrealizm oldukça makul bir esasa dayanır. bu ekolün kuramcısı ve önderi andre breton'a göre şiirin zevki bilinçaltı kaynaklarda gizlidir. bazen sırf tesadüf sevkiyle yan yana gelen iki kelimenin çarpışmasından fışkıran parıltı koca bir manzumenin yegane parlak şiir noktasını teşkil eder. sanat eserinin yaratımında sanatkârın iradesinden ziyade tesadüfün etkin bir rolü vardır. bundan dolayı kendimizi içgüdümüze bırakmak suretiyle bilinçaltı alemine temasımızı muhafaza edebiliriz.

bu kuram uygulamada şu suretle kullanılır: sürrealist şair önüne boş bir kağıt alır ve hiçbir şey düşünmeksizin, mekanik bir boyun eğişle kalemini beyaz sayfa üzerinde yürütür, satırlar aranmaksızın akla gelen birtakım kelimelerin sıralanmasından meydana gelmiştir. buna otomatik yazma usulü adı verilir. bu sistemle hiç de fena olmayan eserler vücuda getirilmiştir."

"halkınızın edebi zevkine şimdi hükmedenler hep bunlar mı?"

"fransız milleti kös dinlemiştir. bu tür zümrelerin yaygaraları ona vız gelir. fransız edebiyatının bu dakikada hükümranları şiirde özellikle valery, nesirde proust, morand, gide, claudel ve giraudoux'tur. ne gariptir ki bunlar evvelce sırayla, sembolist, dadaist, kübist ve son aşama olarak sürrealist idiler. fakat halk tarafından anlaşılır bir hale gelince ve rağbet bulmaya başlayınca arkadaşları onları gruplarından uzaklaştırdılar. anlaşılan bu yeni akımlara mensup olmak şerefi rağbeti ancak rüyada görmüş olmaya bağlıdır."

arkadaşımız genç kadını kedi gibi esnetmeye başlayan bu uzun edebi sohbeti burada bıraktık ve hayatın renkli helezonlarla açılıp kapandığı neşeli bir dans salonuna gittik.

24.06.2009

aşk

namık kemal

ayetle ve hikmetle ispatlandığı üzere bütün mahluklar, erkek-dişi olarak çift olarak yaratılmıştır. bundan ötürü evrene muhabbetle bağlıdırlar, dünyayı sevmek fıtratlarında vardır. bunun için insan her şeyden fazla aşka meyleder.

akşamdan sonra her hastalık doğal olarak artar. sevda ise ilacı zor bir hastalıktır.

kadınlara göre en can yakıcı davranış bir rakibin üstünlüğü gücüyle yenilmektir.

gönülde bir garip durum vardır ki, sevmekten aldığı fayda sevilmekten gördüğü en küçük bir nişaneyle boy ölçüşemez.

saf olmayan bir aşkın ne zaman kesilmeye kalkışılırsa şefkatsiz bir kine dönüşmesi doğaldır.

hain bir gönül tereddüt devresini geçirip de bir fikirde karar kıldığında ne kadar korkak olursa o derece hilekârlığa başlar.

insan dünyada bir kere yaşadığı gibi, ömründe bir kere sever.

22.06.2009

sanat

goethe

sanatın en yüksek amacı güzelliktir ve en son etkisi de zarafet duygusudur.

dilde titiz arılaştırıcılık, anlam ve düşüncenin yayılmaya devamını saçma bir biçimde reddetmektir.

bütün kültürsüz insanların ilgisi malzemeye -konuya- yöneliktir, işleme tarzına değil.

konuyu herkes önünde hazır görür, özü ancak ona bir şeyler katabilen bulur; biçim ise çoğunluk için bir sırdır.

bir edebi eser ne kadar ölçüsüz ve akılla kavranamaz özellikteyse o kadar iyidir.

edebiyat dünyasının bir özelliği vardır: onda hiçbir şey, içinden bir yeni, hem de aynı tarzın yenisi oluşmadan yıkılmaz. onda bu sayede ebedi bir hayat vardır; aynı zamanda ihtiyar, hem olgun hem genç hem de çocuktur ve yıkılma sırasında hepsi değilse de çok şey elde kaldığı için onunla boy ölçüşecek başka şey yoktur. bu dünyada yaşayanların başkalarının bilmediği bir çeşit mutluluk ve kendine yetme haline ulaşmalarının da nedeni budur.

yazmak, dili kötüye kullanmaktır.

görülüyor ki edebiyatta, nereye düştüğünü çok sormadan sadece tohum eken çiftçiyi taklit etmeliyiz.

gramer, onu küçümseyenlerden fena öç alır.

şimdi kitaplar okunmak, ders alınmak, yararlanılmak için yazılmıyor; yalnızca hakkında konuşulup yeniden fikir yürütülsün diye eleştirilmek için yazılıyor. kitaplar hakkında eleştiri yazıldığından bu yana eleştirmenlerden başka kimse okumuyor, onlar da şöyle böyle.

konuşacak olsan nasıl konuşurduysan öyle mektup yaz; o zaman güzel yazarsın.

konuya uygun bir genel tonu eserin tümüne yaymış olma görüntüsü kadar, büyük bir hayal gücü ve şairlik yeteneği gerektiren hiçbir şey yoktur.

20.06.2009

halk

cenap şahabettin

halk, yalanla avutanı, gerçek ile korkutana yeğler.

bir ulus için herçek çöküş eseri odur ki içerisinde gelişmeye elverişli ruhların gelişmesini engeller.

halkı umutlu oldukça bir toplum ölmez. en kötü yönetim, halkı umutsuzluğa düşürendir.

halkın takdirine dayanarak üstün kişilere değer biçmek, ayak parmaklarından kafa hakkında görüş toplamaya benzer.

halk, iyi anladığına değil, iyi işittiğine inanır. ona bağırmalı.

halk sanır ki ayın on dördü kendisine boğaziçi'nde mehtap safası hazırlamak için gelir.

halk, çocuk gibidir; her zaman gürültü ister. gürültülü eğlenceyi, gürültülü yası ve hatta gürültülü yönetimi sever.

bizim ülkede söyleyeni değil, bağıranı dinlerler.

halk, her dönemde ve her yerde, ateşle ışığı yanlış anlamıştır. her kensidini yakanı güneş sanır.

halkın ezici çoğunluğu aptallığı sayesinde ve ancak küçük bir azınlığı zekâsı sayesinde geçinir.

halkın tat alma duyusu gerçeğin tadından hoşlanmaz.

gerçek bile ayak takımına düşünce değerden düşer.

ı. dünya savaşı'nda almanların yenileceklerini kestirenlerimiz ancak yüzde, binde bir kişi idi: işte çoğunluk oyunun değeri.

körler, el ele de yürüseler, er geç düşecekleri ya bataklık ya uçurumdur.

18.06.2009

veba

elias canetti

bir veba salgınının en iyi tasviri, bunu kendisi de çekmiş ve iyileşmiş olan thukydides tarafından yapılmıştır. thukydides'in çalışmasında bu fenomenin temel bütün yönleri özlü ve doğru bir biçimde bulunur:

"insanlar sinek gibi öldüler. ölenlerin bedenleri birbirinin üstüne yığılmıştı; sokaklarda sendeleyerek yürüyen ya da susuzluktan yanarak çeşmelerin etrafına üşüşen yarı ölü yaratıklar görülebilirdi. sığındıkları tapınaklar, orada ölmüş insan cesetleriyle doluydu. kimi aileler yaşadıkları felaketin ağırlığının altında öylesine ezilmişlerdi ki ölülerin arkasından alışıldık ağıt yakma adetinden fiilen vazgeçmişlerdi. eskiden beri görülen bütün cenaze törenleri artık karmakarışık olmuştu; yine de ölüleri ellerinden gelen en iyi biçimde gömmeye çalışıyorlardı.

ailelerinde zaten çok sayıda ölüm olduğu için gömme işlemi için gereken araçlardan yoksun bulunan pek çok insan, en utanmazca yöntemleri benimsediler. başkalarının, ölülerini yakmak için hazırladığı odun yığınına ilk onlar varır, bu yığının üstüne kendi ölülerini koyup ateşe verirler ya da yanan başka bir odun yığını bularak taşıdıkları cesedi diğerinin üstüne atıp giderlerdi.

ne tanrı korkusunun ne de insanların koyduğu yasa korkusunun kısıtlayıcı bir etkisi vardı. tanrılara gelince, insan iyilerle kötülerin ayrımsız öldüklerini görünce, onlara ibadet etse de etmese de fark etmez gibi görünürdü. insanların yaptığı yasalar karşısındaki suçlara gelince, hiç kimse mahkemeye çıkarılıp cezalandırılacak kadar uzun yaşamayı beklemiyordu; bunun yerine herkes kendisine çok daha ağır bir cezanın zaten verildiğini, bu ceza her an infaz edilebileceği için, o an gelmeden önce hayattan biraz zevk almanın doğal olduğunu düşünüyordu.

hastalara ve ölenlere en çok acıyanlar, kendileri de bu salgın hastalığa yakalanıp iyileşmiş olanlardı. bunun nasıl bir şey olduğunu biliyorlardı. ayrıca kendilerini güvencede hissediyorlardı; çünkü hiç kimse hastalığa iki kez yakalanmıyordu, yakalansa da ikinci atak asla öldürücü değildi. bu gibi insanlar her taraftan göklere çıkarılıyordu ve kendileri de iyileştikleri zaman öylesine bahtiyar oluyorlardı ki artık başka hiçbir hastalıktan ölmeyeceklerini safça hayal ediyorlardı."

17.06.2009

deha

pascal

hayatlarını zihinsel araştırmaya adamış kişiler için, yüceliklerin ihtişamı parıltıdan yoksundur.

akıllı insanların büyüklüğü krallara, zenginlere, liderlere ve beşeri dünyanın büyük insanlarına görünmez.

büyük dehaların kendi imparatorlukları, kendi görkemleri, zaferleri ve pırıltıları vardır; cismani veya zihinsel büyüklüğe ihtiyaç duymazlar. onlar için bunların hiç önemi yoktur; çünkü ne bir şey ekler ne bir şey eksiltirler. onlar tanrı'yla ve meleklerle görürler, cisimle veya meraklı zihinle değil. tanrı onlara yeter.

16.06.2009

teşekkür

ülkü tamer


ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün
ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün
serinlik vurdun korulara, canlandı serçelerim
sen mavi bir tilkiydin, binmiştim mavi ata
ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta
sen bana çok güzeldin, senin ayakların da

aşk sanatı

ovidius



vaktin varken hala
gevşemiş dizginlerini dolanıyorken orada burada
seç, "sadece senden hoşlanıyorum" diyeceğin birini
hafifçe esen meltemler getirmez sana sevgiliyi

olur da kuşlar susarsa baharda, yazın da ağustosböcekleri
maenalus tazısı arkasına bakmadan kaçarsa tavşandan
işte ancak o zaman reddedebilir bir kadın
aşığının sıcacık iltifatlarını
iltifat istemediğine inandığın bir kadın bile, inan ister
kaçamak aşk erkeğin de hoşuna gider, kadının da
erkek rol yapmada beceriksizdir, kadın arzularını daha iyi saklar

kabul etseler de etmeseler de kızlar teklif alınca sevinirler
de ki yanıldın, reddedilmenin sana ne zararı dokunacak ki

yabancı olduğumuz tutkular daha kolay esir alır ruhları
hep daha bereketli olur ekin, başkasının tarlasında
daha çok süt verir memeleri, komşu sürünün

buz gibi kırılgandır kadının öfkesi, eriyip gider zamanla

kadın icadıdır
ateşli aşığının servetini tırtıklamak maharetle

zamanla sabana boynunu uzatır inatçı öküzler bile
atlar zamanla öğrenir, uysalca katlanmayı koşumlarına
taştan daha serti var mı, sudan daha hafifi
ama o hafif su, oyar o sert taşı
yeter ki azmet, zamanla penelope'yi bile fethedersin
pergama geç alındı; ama alındı ya sonunda, sen ona bak

mektubunu okudu da sana yanıt vermedi mi? sakın zorlama
okumaya gönlü olan, gönüllü olur yanıt vermeye okuduklarına
kendiliğinden yavaş yavaş, adım adım ilerler böyle şeyler
belki başlangıçta soğuk bir mektup alacaksın
kendisini rahatsız etmemeni rica edecek senden
ama korku duyacak, rica ettiği şeyden
rica etmediğini istiyor işte, ısrar etmeni
devam et, yakında kavuşacaksın dileğine

güvenli ve sıradan bir yoldur
kandırmak dostluk adı altında

her kadın sevileceğini düşünür kendi içinde
en çirkini bile, hayranlık besler kendi güzelliğine

istemeye istemeye vermek isterler çok kez
hoşlandıkları ne varsa
keyif alır, zorla kapılıp götürülürse aşkın ani fırtınasına
bir iltifat ışığı görür arsızlıkta

kaçanı kovalamak ister çoğu kadın
hazırda olandan nefret eder
kendinden bıktırma, fazla ısrar edip de
zafer beklentini açık etme, öyle her istediğinde
ima et aşkını dostluk kisvesinde

avı elde tutmak cesaret ister, en az avlamak kadar
avlamak şans işi; ama diğeri başlı başına bir sanat

aşk askerliğe benzer; çekip gidin aylakçılar
ödlek adamlara verilmemeli bu sancaklar
gece ve kış, uzun yollar, amansız acılar
her tür zahmet var bu zarif ordugahta
dayanacaksın sıkça, sel gibi yağan yağmurlara
buz keseceksin, çırılçıplak uzanacaksın toprağa

akıl korktuğu şeyi hep doğru sanır

şiirler övülür; ama sevgililer pahada ağır hediye bekler
vahşi bile sevilir, zengin olsun yeter
çağımız altın bir çağ sahiden; altın satın alıyor
en yüce onurları; aşk altınla kazanılıyor

güzelin ne süse ihtiyacı vardır ne de öğütlere
onların çeyizi, süssüz püssüz doğal güzellikleri

size tavsiyem, ey romalı delikanlılar, edebiyat öğrenin
sadece tir tir titreyen sanıkları savunmak için değil tabii
yenik düşünce belagatine, nasıl fethedersin halkı
ciddi bir yargıcı, senatus'un seçkin azalarını
öyle fethedersin bir genç kızı

vahiy

william s. burroughs

vahiy, beyinleri yıkanmış insan bozuntularından oluşan nüfusa bir tek adamın kontolünü sağlamalıdır. vahiyci bölünmüş yaşam yok edilene kadar istila edip her şeyi ele geçirir. bizi hakikat dışında hiçbir şey kurtaramaz.

einstein da hakikatin ilk peygamberidir. elbette herkes kasti olarak deliliği seçebilir ve evrenin kare ya da kalp şeklinde olduğunu söyleyebilir ama aslına bakılırsa evren eğridir.

"vahiyciler son çözümlemede asıl düşman olarak çıkar karşımıza, vahiy ise kontrolün bütün kötülüğüne işaret eder. çıplak şölen'de vahiy bir bağımlılık, bir illet ve son olarak insan virüsü olarak adlandırılır."


ahlak -ki şu anda vasıfsız bir şeytandır- etik, felsefe ve din, artık fizyolojinin, vücut kimyasının, lsd'nin, elektroniğin ve fiziğin sunduğu gerçeklerden bağımsız olarak varlığını sürdüremez. artık psikoloji de varlığını sürdüremez; çünkü zihnin bilimi anlamsızdır. sosyoloji ve sözümona diğer sosyal bilimler, yapmacık safsatalar pazarlayan şarlatanlar olarak şüphe altındadır.

14.06.2009

allahın garibi

nikos kazancakis

ne kadar aşağılara inersen, o kadar hızlı yükseğe çıkarsın.

aziz olmak demek, sadece yeryüzüyle ilgili her şeyden değil, aynı zamanda bütün tanrısal şeylerden de vazgeçmek demektir.

kötülüğü iyilikle karşılamaktan daha ağır bir ceza olamaz.

erdem bile ılımlı olmayı gerektirir; yoksa küstahlığa döner.

gönlümün derinlerinde istemediğim şeyi biliyorum; ama ne istediğimi bilmiyorum.

gerçek insan, insanı aşmış olandır.

dünyada çiçek, çocuk ve kuş olduğu sürece korkma; her şey yolunda demektir.

vaktiyle bütün ömrünü mükemmelliğe erişmek için çalışarak geçiren bir zahit varmış. varını yoğunu yoksula dağıtmış, çöle çekilmiş ve gece gündüz tanrısına dua etmiş, sonra eceli gelmiş. cennete çıkıp kapısına vurmuş. "kim o?" diye bir ses gelmiş içeriden. "ben" demiş zahit. "burada iki kişiye yer yok!" demiş ses. "git buradan!" zahit gerisin geri yeryüzüne dönmüş, çabasına yeniden başlamış; yoksulluk, oruç, dua ve ağlama. eceli yeniden gelmiş ve ölmüş. yeniden çalmış cennetin kapısını. "kim o?" demiş aynı ses. "ben" demiş. "iki kişiye yer yok burada. git buradan!" olmuş cevap. zahit kurşun gibi yeniden yeryüzüne inmiş ve kurtulmak için, eskisinden daha büyük çabayla aynı şeylere sarılmış. yaşlanıp yüzünü bulduğunda, yine ölmüş. yeniden çalmış cennet kapısını. "kim o?" demiş ses. "sen rabbim, sen!" cennet kapısı açılmış, o da içeri girmiş.

zamanın her şeye vakti vardır.

şeytandan kurtulmak mümkün; ama insanlardan, hiçbir zaman!

nedir sevgi? sadece acıma değil, iyilik değil. acımada iki şey vardır: verenle alan. sevgide tek şey vardır; ikisi birleşir, ayrılmaz olurlar. "ben" ile "sen" yok olur. sevmek demek insanın kendini sevgilide kaybetmesi demektir.

gecede

cesare pavese

her caddenin kendine özgü bir görüntüsü vardır. her tepe başlı başına bir kişiliktir.

her zaman diğerinden daha boş bir cadde vardır. zaman zaman böyle bir caddeye bakmak için duruyorum. çünkü böyle bir anda, yitikliğim içinde, o caddeyi tanımıyor gibiyim. güneş, hafif bir esinti ya da gökyüzünü boyayan renklerin biraz başka oluşu yetiyor ve ben nerede olduğumu bilemiyorum.

o gün, mısır tarlalarında durakladığım, uzun ince sapların hışırtısına kulak verdiğim o gün, o dallar havada çalkalanırken bir şeyi anımsadım. çoktandır unuttuğum bir şeyi. tarlanın gerisinde, yamaçlara doğru yükselen tarlanın gerisinde, boş, bomboş gökyüzü duruyordu.

çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu ve gözleri önünde açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık. karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. günün tüm izleri, yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız rüzgâr, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiçti.

birdenbire önünde açılan gecenin gökyüzü olduğunu kavradı. ve gözü ancak sabah ağarırken bir trende oturacağını ve yaz günleri altındaki topraklarda ilerleyeceği kadarını görüyordu. bağımsız geçip gideceği, o görünmeyen insan duvarları gerisine her zaman için kapanacağını görüyordu. işte sınır buydu ve tutukevinin tüm suskunluğu hiçlikte yitti. gecede.

via tezer özlü

12.06.2009

modernite ve hümanizm

yuval noah harari

modernite şaşırtıcı derecede basit bir anlaşmadır. tüm sözleşmeyi tek bir cümlede özetleyebilirsiniz: insanlar güç karşılığında anlamı terk etmiştir.

modern kültür büyük kozmik bir plana duyulan inancı reddeder. hayattan daha üstün bir dramada yerimiz olmadığı kanısındadır. hayat bir senaryo, bir tiyatro değildir; yönetmeni, yapımcısı ve anlamı da yoktur. bilimsel bilgilerimiz ışığında söyleyebileceğimiz tek şey, evrenin hengameden ibaret ama hiçbir anlam taşımayan amaçsız bir süreç olduğudur. minicik bir gezegendeki kısacık varlığımızla, o veya bu şekilde böbürlenip söylenir, sonra da göçer gideriz.

ortada bir senaryo ve insanların rol alacağı büyük bir trajedi olmadığından, başımıza felaketler de gelse hiçbir güç bizi kurtarıp acılarımıza bir anlam katamıyor. mutlu ya da kötü bir son yok; hatta hiçbir son yok. olaylar birbiri ardına sadece olageliyor. modern dünya bir amaca inanmıyor, sadece nedenleri umursuyor. modernitenin bir sloganı varsa o da şu olmalı: "olur böyle şeyler."

bizi bağlayan bir senaryo ya da amaç yoksa ve "böyle şeyler oluyorsa" insanlar önceden belirlenmiş hiçbir rolle sınırlandırılamaz. dilediğimiz her şeyi yapabiliriz. cehaletimiz dışında hiçbir şey bizi engelleyemez. salgın ve kuraklıkların kozmik bir anlamı yoktur ve ikisini de ortadan kaldırabiliriz. savaşlar daha iyi bir gelecek uğruna katlanmamız gereken kaçınılmaz felaketler değildir. savaşları durdurabiliriz. ölümden sonra bizi bekleyen bir cennet de yoktur ve cenneti dünyada yaratıp birkaç teknik zorluğu aşmayı başarırsak sonsuza dek bu cennette yaşayabiliriz.

anlamdan yoksun bir evrende, güç peşinde, bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudur aslında modern yaşam. modern kültür tarihte görülmediği kadar güçlü ve dur durak bilmeden araştırıyor, üretiyor, keşfediyor ve büyüyor; ama aynı zamanda daha önce hiçbir kültürde görülmediği kadar büyük bir varoluş endişesiyle bir türlü rahata kavuşamıyor.

birçok kapitalist, din etiketini taşımaktan hoşlanmayacaktır; gerçi dinler göz önünde bulundurulunca kapitalizm evladır diyebiliriz. ölümden sonra cennet vaat eden diğer dinlerin aksine kapitalizm mucize vaadini bu dünya için verir; hatta zaman zaman sözünü de tutar. kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. insanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder.

bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette; ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır. eskiden "başkasının kârı benim zararım" diyerek ekonomiyi toplamı sıfır olan bir oyun olarak değerlendiren insanlara, başkasının kârını kendi kârı olarak görebileceği bir kazan-kazan durumu sunmuştur. bu karşılıklı fayda küresel barışı, hristiyanların "komşunu sev" ya da "sana tokat atana öbür yanağını çevir" vaazlarının verildiği yüzyıllardan çok daha ileri bir aşamaya taşımıştır.

en büyük bilimsel keşif cehaletin keşfidir. insanlar bir kez dünya hakkında ne kadar az şey bildiklerini fark edince, sonu ilerlemeye çıkan bilimsel yolları aydınlatan bilginin peşinde koşmak için pek çok nedene sahip oldular.

modernite, yarattığı tüm gerginliğe ve karmaşaya rağmen insanların bireysel ve toplumsal düzeyde bu yarıştan kopmaması için çok çalışmak durumundadır. işte bu yüzden en yüce değer olarak büyümeyi yüceltir ve büyüme uğruna her türlü riski göze almamızı ve elimizden gelen fedakarlığı yapmamızı bekler. toplumsal düzeyde hükümetlerin, şirketlerin ve organizasyonların başarılarının büyümeyle ölçülmesi teşvik edilirken, ekonomik dengeden bir lanetmiş gibi uzak durulur.

bireysel olarak sürekli gelirimizi artırmaya, yaşam koşullarımızı iyileştirmeye özendiriliriz. halinizden memnun olsanız bile daha fazlasını istemeniz gerekir. dünün lüksleri bugünün gereklilikleri olur. üç odalı bir evde, tek araba ve bir bilgisayarla gayet iyi yaşayıp giderken, artık beş odalı bir eve, iki arabaya ve ipodlardan, tabletlerden ve akıllı telefonlardan oluşan bir koleksiyona ihtiyacınız vardır. insanları daha fazlasını istediklerine ikna etmekse hiç zor değildir, insanlar kolayca hırsa kapılır. ancak devlet ve kilise gibi toplumsal kurumları yeni bir idealin peşine düşmeye ikna etmek oldukça zordur.

bin yıl boyunca, toplumlar bireysel istekleri kontrol altına alarak bir denge tutturmaya çabalamıştı. insanların kendileri için hep daha fazlasını istedikleri biliniyordu. pasta büyümeyince sosyal uyumu tesis etmenin yolu da bireysel istekleri dizginlemekten geçiyordu. para tutkusu kötüydü.

modernite dünyayı tepetaklak ederek insanları dengenin kaostan daha kötü olduğuna ikna etti. para hırsı büyümeyi besliyordu, büyümenin sağladığı güç iyi ve gerekliydi. modernite insanları daha da fazlasını istemeye özendirdi; böylece nefsine gem vurmaya dair binlerce yıllık öğretiler yerle bir oldu.

serbest piyasa kapitalizmi, sebep olduğu kaygıları büyük ölçüde yatıştırma gücüne sahip olduğu için bu kadar yaygın bir ideoloji haline geldi. kapitalist düşünürler durmadan bize telkin etti: "merak etmeyin her şey yoluna girecek. ekonomi büyüdüğü sürece piyasanın görünmeyen eli her şeyin çaresine bakacak." böylece kimse ne olduğunu, nereye gittiğimizi anlamadan göz açıp kapayıncaya kadar büyüyen, gözü doymayan bu kaotik sistem kutsandı.

komünizm de büyümeye inanıyordu ama bir farkla: kaosu engelleyebileceğini ve devlet planlamasıyla büyümeyi kontrol edebileceğini iddia ediyordu. fakat ilk etapta başarılı olsa da serbest pazar karşısında tutunamadı.

serbest piyasa kapitalizmine sövmek bugünlerde entelektüel çevrelerin gündeminde. dünyamız kapitalizmin hakimiyeti altında olduğuna göre, gelecekte bir kıyamete yol açmadan eksiklikleri tespit etmeli ve anlamaya çalışmalıyız. kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz. gelecekte yaşanacak muhtemel ekolojik felaketi saymazsak ve ölçütümüz üretim ve büyümeyse kapitalizmin şu ana dek harikalar yarattığını kabul etmeliyiz.

bugün stres dolu ve karmaşık bir dünyada yaşıyor olabiliriz; ancak yıkım ve şiddetle geleceği söylenen kıyamet alametleri henüz belirmedi. daimi büyümenin ve küresel işbirliğinin abartılı vaatleriyse yerine getirilmiş durumda. ara ara ekonomik krizler ve uluslararası savaşlar yaşasak da kapitalizm uzun vadede kıtlığı, salgınları ve savaşları engellemekle kalmadı, onları yenmeyi başardı. binlerce yıl boyunca din adamları insanların bu illetleri kendi başlarına yenemeyeceklerini öne sürdüler. yeni dönemin aktörleri bankacılar, yatırımcılar ve sanayicilerse iki yüzyıl içinde tümünün üstesinden gelmeyi başardılar. sonuç olarak modern sözleşme eşi benzeri görülmemiş bir kudret vaadinde bulundu ve sözünü de tuttu. peki bedeli ne oldu?

modern sözleşme güce karşılık anlamdan vazgeçmemizi istiyor. insanlar bu korkutucu taleple nasıl başa çıkabilir? anlamdan vazgeçmek dünyayı ahlak, güzellik ve merhametten mahrum, karanlık bir yere dönüştürecektir şüphesiz. ancak insanoğlunun bugün sadece hiç olmadığı kadar güçlü değil aynı zamanda bir o kadar da uyum ve işbirliği becerisine sahip olduğu gerçeği de ortadadır.

insanlar bununla nasıl baş ediyor? ahlak, güzellik, hatta merhamet; tanrıların, cennetin ve cehennemin olmadığı bir dünyada nasıl var olacak?

kapitalistler bu soruyu yanıtlarken, her zaman olduğu gibi piyasanın görünmez elini övmekten geri kalmıyor. ne var ki piyasanın eli sadece görünmez değil aynı zamanda kördür de; bu yüzden insan toplumunu tek başına kurtarması mümkün değildir. tek bir ülke pazarı bile bir tür tanrı, kral ya da dini kurum olmadan kendini idame edemez. mahkemeler ve polis dahil olmak üzere her şey satılığa çıktığında güven uçar gider, krediler çarçur olur, işletmeler batar.

peki modern toplumu çökmekten ne kurtardı? insanoğlu aslında arz ve talep kanunu tarafından değil, devrimsel nitelikte yeni bir dinin yükselişiyle kurtuldu: hümanizm.

hümanist devrim ve modern sözleşme, yaşamlarımızı anlamlı kılan büyük kozmik plana duyduğumuz inançtan vazgeçmemiz karşılığında bize güç vaat ediyor.

jean-jacques rousseau yaşamın kurallarını özetler: "bu kuralları yüreğimin derinliklerinde doğa tarafından silinmez harflerle yazılmış olarak buluyorum." der, "yapacağım şey konusunda yalnızca kendimi dinlemeliyim: iyi olduğunu hissettiğim her şey iyidir, kötü olduğunu hissettiğim her şey kötüdür."

hümanizm bir şeyin kötü olarak kabul edilmesi için yalnızca bir insanı kötü hissettirmesinin yeterli olduğunu söyler. cinayet, tanrı bir zamanlar "öldürmeyeceksin" diye buyurduğu için değil; kurbana, ailesine, arkadaşlarına ve tanıdıklarına korkunç acılar çektirdiği için yanlıştır. hırsızlık, kadim bir metin, "çalmayacaksın" yazdığı için değil, sahip olduklarını kaybetmek insana kötü hissettirdiği için kötüdür. bir davranış kimseyi üzmüyorsa hiçbir sorun yaratmayacaktır. aynı kadim kutsal metin, tanrı'nın "herhangi bir canlıya benzeyen put yapmayacaksın" diye buyurduğunu yazar. ama kimseye zarar vermeden küçük heykeller yapmamın nesi günah olabilir?

benzer bir düşünce eşcinsellik tartışmalarına da nüfuz etmiştir. eğer iki yetişkin erkek sevişiyor ve bunu yaparken kimseye zarar vermiyorlarsa bunun ne zararı olabilir ve bu durumu neden yargılamamız gerekir? iki erkeğin arasındaki bu özel meselenin tarafları kişisel duygularıyla seçim yapmakta özgürdürler.

hümanist fikirlerin güç kazanmasının eğitim sistemine etkilerine gelince: orta çağda tüm anlam ve otoritenin kaynağı dışsaldı; bu nedenle eğitim itaat duygusunu yerleştirmeye, kutsal metinleri ezberletmeye ve antik gelenekleri öğretmeye odaklanırdı. öğretmenler öğrencilerine bir soru yönelttiğinde öğrencilerin aristoteles, kral süleyman ya da aziz thomas aquinas'ın ne yanıt verdiğini hatırlaması beklenirdi.

modern hümanist eğitim ise öğrencilerin kendi başlarına düşünme becerisine sahip olması gerektiğine inanır. aristoteles, süleyman ve aquinas'ın siyaset, sanat ve ekonomi üzerine görüşlerini bilmek faydalı olsa da anlamın ve otoritenin en yüce kaynağı içimizde olduğundan, bu alanlarda kendi düşüncemizin ne olduğunu bilmek çok daha önemlidir. anaokulu, ilkokul ya da üniversite, hangisinde görev yaparsa yapsın, bir öğretmene ne öğretmeye çalıştığını sorduğunuzda, "çocuklara tarih, kuantum fiziği ya da sanat bilgisi anlatmaya çalışıyorum ama hepsinin ötesinde kendi başına düşünebilmeyi öğretmek istiyorum." diye yanıtlayacaktır. her zaman başarılı olamasa da hümanist eğitimin hedefi budur.

insan toplumları değer yargıları olmadan ayakta kalamazlar. hassasiyetiniz olmayan bir konuyu deneyimleyemezsiniz, tıpkı uzun bir deneyimleme sürecinden geçmeden hassasiyet geliştiremeyeceğiniz gibi.

hümanizm, yaşamı içimizdeki kademeli bir değişim süreci olarak değerlendirir. deneyimler aracılığıyla cehaletten aydınlanmaya doğru ilerleriz. hümanist bir yaşamın en önemli hedefi entelektüel, duygusal ve fiziksel deneyimlerle bilgimizi geliştirmektir. 19. yüzyılın başında modern eğitim sisteminin baş mimarlarından wilhelm von humboldt, varlığımızın amacını "olabildiğince çok deneyimin süzülerek bilgeliğe dönüşmesi" olarak açıklar. ayrıca, "hayatın zirvesi her şeyin tadına bakmaktır." der.

kahramanın her zaman bir şövalye olmasına hiç şaşırmamak gerek. sonuçta bir marangoz ya da köylüden kahramanlık sergilemesini bekleyecek değiliz. buradaki can alıcı nokta kahramanların hiçbir zaman içsel bir değişim göstermemesidir. aşil, arthur, roland ya da lancelot, şövalyeler dünyasının korkusuz savaşçıları olarak maceralara atılmadan önce neyseler hikayenin sonunda da aynıdırlar. öldürdükleri o devler ve kurtardıkları tüm o prensesler şövalyelerin cesaretinin ve azminin bir kanıtıdır ama başlarına gelenlerden yeni hiçbir şey öğrenmezler.

icraatlardan çok duygu ve deneyimlere öncelik veren hümanizm, sanatı da kökünden değiştirir. wordsworth, dostoyevski, dickens ve zola şövalyelerin gözüpek maceralarını çok da umursamazlar; aksine sıradan işçilerin ve ev hanımlarının yaşamlarını betimlerler. kimileri joyce'un ulysses'ini modern edebiyatın içsel yaşama odaklanmasının zirvesi olarak görür. joyce toplamda 260 bin kelimede dublinli stephen dedalus ve leopold bloom'un bir gününü betimler. pek de bir şey yapmazlar halbuki. çok az kişi ulysses'i baştan sona okumuştur.

popüler kültürün temelinde de ilgi odaklarımızdaki bu değişim yatıyor. abd'de survivor televizyon programı, reality şovları bir deliliğe dönüştürmesiyle bilinir; hatta suçlanır. reytingleri altüst ederek en tepeye yerleşen ilk reality şov kabul edilen survivor, bir dergi tarafından gelmiş geçmiş en iyi yüz televizyon programı arasına seçilmiştir. her sezon yirmi katılımcı mayolarıyla uzak bir tropik adaya yerleştirilir, çeşitli mücadelelere katılır ve her bölümde oylamayla içlerinden birini elerler. sona kalan, evine bir milyon dolarla döner.

homeros'un zamanında, roma imparatorluğu'nda ya da orta çağ'da avrupa'da insanlar bu fikri kendilerine oldukça yakın bulup beğenirdi: yirmi kişi mücadeleye girer ancak tek bir kahraman çıkar. homeros'un prensleri, romalı soylular ya da haçlı şövalyeleri survivor izleme hevesiyle ekran başına geçerken, "ne harika!" diye düşünürdü, "akıl almaz maceralar, kıran kırana mücadeleler, görülmemiş kahramanlıklar ve ihanetler göreceğiz. savaşçılar birbirlerini arkadan bıçaklayacak ve vücutlarını sergilemek için kıyasıya yarışacaklar."

ne büyük bir hayal kırıklığı ama! arkadan vurmak ya da vücut sergilemek sadece birer metafor olarak kaldı. yaklaşık birer saatlik her bölümün on beş dakikasını diş macunu, şampuan ya da mısır gevreği reklamları kapladı bile. beş dakikada kim halkadan en fazla hindistan cevizini geçirecek ya da bir dakikada ne kadar böcek yiyebilecek gibi inanılmaz çocukça oyunlara ayrıldı. geri kalan zamandaysa "kahramanlar" duyguları hakkında konuştu. "o bana bunu dedi, şöyle hissettim, böyle etkilendim." gerçek bir haçlı şövalyesi oturup survivor izleseydi, muhtemelen baltasını kaptığı gibi sıkıntıdan ve sinirden televizyonu parçalardı.

savaş meydanlarında melekler uçmaz; bir yıkıntının ucunda sallanan, çürüyen bir cesedin suçlayıcı işaret parmağından başka bir şey yoktur görünürde.

geçmişte avcılar dikkat kesilir ve gözlerini dört açarlardı. ormanda mantar aramak için dolanırken rüzgarı dikkatle içlerine çeker, yerdeki izleri takip ederlerdi. mantar bulduklarında pür dikkat kesilir, tadındaki her ince detayın farkına varmaya çalışarak yenilebilir türleri zehirli olanlardan ayırmaya çalışırlardı.

bugünün varlıklı toplumlarının bu kadar yüksek bir farkındalığa ihtiyaçları yok. süpermarketlere giderek hepsi yetkililer tarafından kontrol edilmiş binlerce farklı yiyecek arasından dilediğimizi satın alabiliyoruz. televizyon karşısında midemize indirdiğimiz italyan pizzasının ya da noodle'ın tadına pek de dikkat etmiyoruz (gıda üreticileri bu kayıtsızlığı kırabilme ihtimalinin peşinde koşarak sürekli yeni tatlar yaratmaya çalışıyor). gelişmiş ulaşım sistemleri sayesinde şehrin öbür ucunda yaşayan arkadaşımızla görüşebiliyoruz. akıllı telefonlarımız aracılığıyla sürekli facebook hesaplarımızı kontrol ettiğimizden arkadaşlıklarımıza tam olarak odaklanamıyor, heyecan verici her şeyin başka yerlerde olup bittiğini düşünüyoruz.

modern insanlık bitmek tükenmek bilmeyen bir "fırsat kaçırma korkusu" tarafından esir alınmış durumda. hiç olmadığı kadar çok seçeneğimiz olmasına rağmen, tercihlerimize odaklanma yeteneğimizi kaybetmiş haldeyiz.

hümanizm özgür iradeye ulaşmanın zorluklarından bahsedip durur. kendimizi dinlemeye çalıştığımızda, birbiriyle çatışan seslerin kakofonisi altında ezildiğimizi hissederiz. öyle ki zaman zaman kendi özgün sesimizi duymak bile istemeyiz. ya o ses istenmeyen sırlar, huzursuz talepleri ortaya dökerse diye düşünürüz.

pek çok insan kendisini derinlemesine irdelememek için ciddi bir çaba harcar. hızla yükselen başarılı bir avukat, bir ara verip çocuk sahibi olmasını söyleyen iç sesini dizginler. mutsuz bir evliliğe hapsolmuş bir kadın, evliliğin verdiği güvenlik hissini kaybetmekten korkar. suçluluk duygusuyla tutuşan bir asker, kabuslarında gaddarlıklarının gölgesi tarafından kovalanır. kendi cinselliğine güvenmeyen genç bir adam "ne sen sor ne ben söyleyeyim" kuralıyla hayatına devam eder. bu durumların hiçbirini derinlemesine değerlendirmeyen hümanizm herkese aynı kalıptan çıkmış belli başlı çözümler sunar. hümanizm biraz cesaret etmemizi, bizi korkutsa da içimizdeki sesi dinlememizi, kendimize özgü sesimizi bulmamızı öğütler ve bu sürecin tüm zorluklarına katlanarak talimatlarını dinlememizi söyler.

geleceğimizi piyasa güçlerine emanet etmek tehlikelidir; çünkü bu güçler insanlığın ortak çıkarları yerine piyasanın çıkarlarını savunacaktır. piyasanın eli, görünmez olduğu kadar kördür, eğer denetimden muaf olursa küresel ısınma tehdidi ya da yapay zekanın tehlike potansiyeli karşısında başarısız olur.

insanlar nadiren daha önce görülmemiş, yepyeni bir değer üretir. en son 18. yüzyılda karşımıza çıkan bu durum, hümanist devrim aracılığıyla özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin coşkulu ilkelerini vaaz etmişti. 1789'dan beri sayısız savaşa, devrime ve ayaklanmaya rağmen insanoğlu yeni bir değer yaratabilmeyi başaramadı. takip eden tüm çatışmalar ve mücadelelerse ya bu üç hümanist değer adına ya da tanrı'ya itaat etmek, ulusa hizmet etmek gibi çok daha eski inançlar uğruna veriliyordu. dataizm 1789'dan beri yeni bir değer yaratabilmiş ilk harekettir: bu değer, bilgi edinme özgürlüğüdür.

beyazdaki kara

maggie gee

bir aptal bile kitap yazabilir.

sana en çok acı çektiren şey, seni diğer insanlara bağlayan şeydir.

erkekler güçlüymüş gibi davranırlar ama aslında bebekten farkları yoktur.

insan bir muharebeyi kaybetse de savaşı kazanabilir.

hayatın kuralıdır bu: bütün kapılar, insanın geçmek istediği bütün kapılar, ne olursa olsun kapalıdır.

insanları en iyi hallerinde görürsün parklarda.

hayat insana haddini bildirir.

yazmak insanları buluşturma biçimidir.

her insan içinde hikaye yazma yeteneğiyle doğar. insanoğlu hikayeler anlatarak yaşar. bir şeylere böyle anlam veririz, hikayeler anlatarak.

her ne getirirse hayat, kabulümdür.

11.06.2009

umut

arkadaş z. özger


günler sarmal bir yay gibi
bunu unutma
bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
seni ben her yerinden öperim
beni unutma

çünkü umut bir kapının bir kapıya açılmasıdır

konferans

carl sagan

anlatılan bir fıkraya göre, planetoryumda konferans vermekte olan bir konuşmacı dinleyicilere, 5 milyar yıl sonra güneş'in şişerek kırmızı bir dev haline geleceğini, merkür ve venüs gezegenlerini, hatta belki dünya'yı da yutacağını söylemiş.

daha sonra kaygılı bir dinleyici konuşmacıyı yakalayarak şu soruyu sormuş:

"afedersiniz hocam, siz güneş'in beş milyar yıl sonra dünyayı yutup yakacağını söylediniz değil mi?"

"evet, aşağı yukarı öyle."

"tanrıya şükür! bir an 5 milyon dediğinizi sandım da."