22.02.2014

yol ayrımı

kemal tahir

saray yerinde iftiradan keskin silah yoktur.

şurası iyicene bilinmelidir ki, fukara kayserilinin adı çıkmıştır. aslında, nevşehirli, kayseriliyi on kez suya götürür de, on kez susuz getirir. demek ki, bu dünyanın haracı bize verilmiştir.

nedir bu? kaparken sevinmek, açarken sevinmek.. köklü devrim neresinden bilinir? gelirken milleti sevindirmesinden, giderken bir kez daha sevindirmesinden!

bence bugün edirne şehri, sınırlarımızın içindeyse, biz bunu, enver
paşa'ya değil, hatta lozan sulhu'na değil, sinan'ın selimiye'sine borçluyuz. selimiye orada durdukça, edirne de bizim sınırlarımızın içinde durur, hepimiz toptan ölmedikçe..

yanında bunca kuldan bir ademin bile yok
bu nasıl seferdir ki beyim ihtiyar ettin

bana pek az şey sormuştur. ödevlerinde destek aramadı hiç.. bilirsin ya, ne zaman çalıştığını sen de anlayamazdın. çalışmaz gibi dururdu da, her zaman yeteri kadar çalışmış olurdu. bence en iyi öğrenci budur.

bazı şeyleri hep söylemek istiyoruz, karşımızdaki bakalım dinlemek istiyor mu, diye hiç düşünmüyoruz.

bütün tutkular aslında güçsüzlüktür.

birinin ne mal olduğunu anlamak için onunla ya birlikte geziye çıkacaksın ya da aksata edeceksin.

bütün pişmanlıklar da bilirsin, güçsüzlükten gelir. güçsüzlüklerine en berbatı da, yaşlanmak!

deli utanmaz, sahibi utanır.

bir memlekette insanlar namuslu olduklarıyla ayrıca övünüyorlarsa, o memleketin hali dumandır.

"teslim olmak başka şey
esir düşmek başka
seni sevmek başka bir şey hürriyet
uğrunda dövüşmek başka"

"vuruştuk mermisiz, kasaturasız
ne aman istedik, ne aman verdik."

"açtık yürüdük göğsümüzü izmir'e doğru
azrail'i kattık yunan'a, ezdik, öç aldık."

ölülerin anıları dışında, dirilere hükmetmesinden hiç hoşlanmıyordu.
(ölümsüz yiğitler, ölümsüz yazarlar, sanatçılar başka..)

"şu dağın oylumuna
doyulmaz yaylımına
hakkınız helal edin
geldik yol ayrımına."

"geçer günler, geçer günler
geçer ölümler düğünler
hepsi bir şey alır bizden
aşk mı, kin mi, boşvermek mi
hasret mi, murada ermek mi
ne kalacak ikimizden"

bu bizim iii. selim, taşımı ver, diyen türklerdendir, korkuludur, der. haklı! "taşımı ver" demek, hem taşı herife atıyorsun, hem de taş davasına dikiliyorsun!

inanmasa da seğirtir kayserili, ister istemez.

insanları, olayları, fikirleri abartmak.. kendini de -elbette- abarttığı için her şeye abartarak bakmak.. o kadar ki, bu abartış, osmanlı insanında doğal hale geldiğinden ancak, başka ölçülere sahip olanlarca farkına varılır. neden peki? nereden gelmiş? şuradan ki.. şuradan olabilir. çünkü, daha önceleri yoktu bu özellik galiba.. on yedinci yüzyılda.. başlamış, sonlarına doğru çok gelişmiş.. belki de kanuni'de başlamış.. çünkü, imparatorlukta gelişmenin, doğaya karşı büyümeye dönüşü süleyman döneminde başlar. doğaya karşı büyümeye, yani, kansere dönüş..

kanuni lakabı aslında, süleyman'a, kanunsuzluk dönemi açtığı için alay olsun, hakaret olsun diye takılmıştır. kanuni, bütün saltanat dönemini, kanunsuzluklardan kanunsuzluklara yuvarlanarak, hiç faydasız olduğundan, istememesi gerektiği halde evlatlarının etini yiyerek, yaşlanıp güçten düştüğü çağda ise, en fakir reayasına bile kolayca nasip olan bir rahat döşeği bulamayarak, bir eşya gibi, yüklenip zorla sürüklendiği bir seferde, yaralı bir hayvan gövdesi gibi oradan oraya atılarak, sonunda ise, devletin selameti adına ölümü bile diri gösterilmek için insafsızca tartaklanmıştır. böyle başlayan çöküş dönemi uzun süre, içten çürüyüp, dıştan dünyaya meydan okuduğu için osmanlı insanını bir bakıma gerçekçi, bir bakıma gerçek dışına düşürmüş olarak dünyaya başka türlü bakan abartıcı bir yaratık haline getirmiştir.

insanın başına bu memlekette her şey gelir, bunların en önünde aklı almaz alçaklık, en sefil kişisel çıkar, en korkunç aptallık vardır. sonunda, en yüksek makama çıkmışlar için bunun özrü: "haberimiz yoktu." ne demek, "haberimiz yoktu?" suçtur bu, suçtur. hem de en bağışlanmaz, en sefil suç..

"mücadele-i hayattan şu sırrı anladım ki ben
ölüm bir didinmenin sükuna inkılabıdır."

"yağsın nesi varsa kainatın
lakin bu derin sükut dinsin."

"uç!" demişler, "deveyim" demiş, "yük taşı" demişler, "kuşum" demiş ya.. bizim osmanlıya bir dönüp "emperyalist, talancı" diyoruz, bir dönüyoruz "yarı sömürge" diyoruz.

ben ömrümde hep, beni kesin güvene ulaştıracak, orada yaşatacak adamı aramışımdır. ayşe de tersine, istediği gibi çekip çevireceği, dilediği biçime sokacağı adamı arıyor. kendimden biliyorum, bu iki tip, gerçekten mutsuz bile olamazlar. çünkü bilemezler mutluluk ile mutsuzluk arasındaki farkı. daha korkuncu, bunu bilmek de istemezler.

yazı, acemi olursa haklı bir durumu kolayca haksız düşürebilir.

bir çeşit allahlık özentisidir bu.. insanları, insancıl yasalarla yargılamaktan çıkmaktır. kendilerini kutsal misyon yüklenmiş sayanların zulme varan, orada, rahatça yerleşen bağışlamazlığı.. en korkunç alçaklık..

bence kin tutmak, en korkulu duygumuzdur. bu nedenle, kendimizden bile saklarız kolayca..

gerçek romantikler, ne kadar yumuşak, hatta gözü yaşlı görünseler, gerçekten üzülmezler. çünkü, romantik olmak bencil olmaktan gelir bence. gerçekten üzülebilmek için insanın gerçekçi olması gerekir.

ölüm ki, yaşamaya karşı haksız düşmenin son boğumudur, bizde, anaların ezici çoğunluğu, körpe dulluklarında çocuklarının üstüne başka erkek getirmezler. mahpusluk da bir çeşit ölümdür. mahpus adamla, "ben haklıyım, sen haksızsın" davası görülmez. bunlar hep, herifin dışarı çıkmasına bırakılır.

fukara evlerin köşeleri bucakları süprüntülerle doludur tıklım tıklım.. irili ufaklı şişeler, paslı çiviler, yamrı yumru delik kaplar, her boyda, her renkte paçavralar.. meşin kırpıntıları. bir sürü kırık dökük.. eski püskü.. bizim ev böyleydi. "bir gün lazım olur" diye saklıyorduk. hiçbirinin lazım olduğu zaman, bulunup kullanıldığını görmedim. yoksulluğun verdiği korku, bize yıllarca, süprüntü bekçiliği yaptırdı. bu süprüntü bekçiliği yalnız yoksulların işi değil.. zenginler de bir başka çeşit süprüntü bekçisi.. yalnız bekçilik edilen süprüntünün cinsi değişiyor. hisse senetleri.. tahviller.. değerli taşlar, gümüş takımları, halılar, kürkler.. tablolar.. durmadan artırılmak istenen para.. dünyayı kavrayacak kadar genişletilmesine çabalanan iş.. bunlar da bir çeşit süprüntü..

şu bakımdan süprüntü.. bir devlet müzesinin değerini kat kat artıracak bir tabloyu satın alıp duvarınıza asmışsınız da, yıllardır bir kere bile bakmamışsınız. daha korkuncu, bakmışsınız da hiçbir şey anlamamışsınız. koca bir salon dolusu kitaplarınız var, duvarları kaplamış baştan başa.. hepsi maroken ciltli.. çoğu tek kalmış dünyada.. numaralı.. lüks baskılar.. birini bile açmamışsın.. okumak için demiyorum, resimlerine bakmak için olsun.. milyonlarınız var, sofrada dana eti posası geveliyorsunuz. tonlarla şampanya, viski satın almaya gücünüz yeterken, ancak bir bardak maden suyu içmenize izin vermiş doktorunuz.. gene de boyuna biriktiriyorsunuz.. "ilerde lazım olur belki" demeniz bile artık sizi gülünç edecekken.. topladıklarınız süprüntü değil de nedir?

bence ayıp saymamalı insanoğlunun bu denli saçma oluşunu.. acıklı bir şey bu!

rüzgarlarla uluyan ormanların kıyısında, eline geçirdiği bir sopaya dayanarak ayakları üzerinde ilk defa durmaya çalışan çıplak yaratığı düşünüyorum. dört ayaklılar dünyasından kopmuş.. iki ayaklıların dünyasını arıyor. kendi yaratacağı dünyayı.. başı, kim bilir nasıl dönmüştü, boyunun yüksekliğinden.. elleri, karnı, gözleri, iyi ayaklılığının dengesini kim bilir ne zorlukla bulmuştur. insanoğlunun yokluk içinde geçirdiği yüz binlerce yılı düşünüyorum da.. kim bilir ne yaman korkular kaldı o yıllardan içimizde, diyorum. evlerimiz gibi, ruhlarımız da kim bilir ne çeşit süprüntülerle dolu..

saçmalıkların güçleri, saplantı sıralarında meydana çıkıyor. çünkü, hepimiz, kafamızla saplanıyoruz.

bütün saplantılarımız korkularımızdan geliyor. insanoğlu, deli değilse, korkar mutlaka.. saplantılarımızdaki korkunun bize saçma görünmesi, yüz binlerce yılda arta kaldıkları için.. bunlar, gerçek sebeplerini yitirdiğimiz korkuların tortusu.. bu açıdan bakılırsa, hepimiz, biraz köle değil miyiz?

dost olacaksak, birbirimize kabadayılık numaraları yapmayacağız. köleliklerimizi örtbas etmeye çabalamayacağız. tersine, birbirimize yardımcı olmaya çabalayacağız güçsüz düştüğümüz yerlerde.. sağ avucunun içini öptü: "sizi çok seviyorum" desem, bana inanır mısınız, şu kadarcık?