31.03.2009

uzun lafın kısası

charles dickens: 
kanayan bir kalple gülümsemek kolay değildir.

alain de botton: aşkın en büyük sakıncalarından biri, kısa bir süre için de olsa bizi mutlu etme tehlikesi taşımasıdır.

elsa morante: para olunca meryem ana bile satın alınır. tanrı baba bile.

victor hugo: kocanızdan başka bir adamı mı seviyorsunuz? öyleyse ona gidin. sevmediğiniz kişinin yanında onun fahişesi olursunuz; sevdiğiniz kişiyleyseniz onun karısı olursunuz. cinslerin birleşmesinde yasayı kalp yapar. özgürce sevip düşünün. kalanı tanrıyı ilgilendirir.

juvenalis: fiyatı ne kadar pahalı olursa aldıkları zevk o kadar büyük olur.

pierre schoendoerffer: bir düşler kıyımıdır yaşam; çiğnenmiş, ihanete uğramış, satılmış, bırakılmış, unutulmuş bir düşler mezarlığıdır. ne israf!

nick cave: sevgi yapıştırıcıların kralıdır. dünyanın kalbinin atmasını sağlar.

yevgeni zamyatin: insanoğlu bir roman gibidir: son sayfaya gelinceye kadar nasıl biteceğini kimse bilemez. yoksa okumaya değmezdi.

spinoza: değerli olan her şey zor olduğu kadar enderdir de.

proudhon: yönetilmek; yetkileri de, bilgileri de, faziletleri de olmayan yaratıklar tarafından gözaltında bulundurulmak, casuslanmak, sürüklenmek, onların kanunlarına boyun eğmek, kurallarına başüstüne demek, güdülmek, tartaklanmak, damgalanmak demektir. 

viktor emil frankl: insanlığımızı gösteren en iyi şey mizahtır.

paulo freire: her gün dünyaya açık ol, düşünmeye hazır ol; söyleneni sadece söylendiği için kabul etmeye hazır olma, okuduğunu yeniden okumaya eğilimli ol. her gün sorgula, sor ve kuşku duy. en gerekli olanı kuşku duymaktır.

26.03.2009

martin luther king

eduardo galeano

1963 yılında washington sokaklarını dolduran korkunç bir kalabalığın önünde papaz martin luther king yüksek sesle haykırdı: "günün birinde çocuklarımın tenlerinin renginden ötürü yargılanmayacaklarını hayal ediyorum; günün birinde düzlüğün yükseleceğini, dağların eğileceğini hayal ediyorum."

bunun üzerine fbı, king'in bu ülkenin geleceği için en tehlikeli siyah olduğuna hükmetti ve çok sayıdaki ajan gece gündüz onun her adımını izlemeye başladı. ama o, ırksal aşağılamayı ve siyahları cephenin en önünde ölüme gönderilen askerlere dönüştüren vietnam savaşı'nı kınamayı sürdürdü. lafı hiç evirip çevirmeden ülkesinin dünyanın en büyük şiddet tedarikçisi olduğunu söylüyordu.

4 nisan 1968'de bir mermi suratını dağıttı.

24.03.2009

yüzbaşının kızı

aleksandr puşkin

eski bir söz vardır: eski ahbaplarına gidersin, kendini hapiste bulursun.

bu arada defterimi aldı, şiirin her kelimesini teker teker, acımasızca eleştirmeye başladı. benimle dokunaklı bir şekilde alay etti.

şairlere dinleyici gerek..

kötü bir barış iyi bir kavgadan daha iyidir.

"yüzbaşının kızı,
geceyarıları dolaşma"

erkekler ne garip şeyler! bir hafta sonra kesinlikle unutacakları bir söz için kendi hayatlarını da, şereflerini de kaybetmeye hazırlar.

gençler, bu yazıların elinize geçerse hatırlayın ki en iyi, en sağlam değişimler zorlanmadan meydana gelen, ahlakın temellerini sağlamlaştıran değişmelerdir.

o anda pek de soğukkanlı olamayacağımı kolaylıkla düşünebilirsiniz.

intihar

terry eagleton

intihar insanın kendi varlığı üzerinde yan tanrısal bir inisiyatif uygulamasıdır.

tanrı bile kendini öldürmesini engelleyemez; bu konuda muhteşem ve anlamsız bir özgürlüğü vardır. özgürlük, nazilerin yaptığı gibi, kendini yok etmek için kullanılabilir. bu anlamda özgürlüğün en üst noktası özgürlüğü yok etmektir. sahip olduğun en değerli şeyden feragat edebildiğine göre oldukça güçlü olmalısın. tanrı, kullarının özgür eylemleri karşısında güçsüzdür; kullarının yüzüne tükürmelerini engelleyemez. intihar, kendilerine hayat verdiği için tanrı'yı bir türlü affedemeyenlerin sahte zaferidir.

kanlı ellerini kendine uzatarak tanrı'dan her zaman intikam alabilirsin. içinde zaten kayda değer bir şey yoksa pek büyük bir kayıp sayılmazsın.

muhteşem oyunundaki danton'un ölümünde "hiçbir şeyin kendini öldürmesi gerekmiyor, zaten doğuştan yaralılar." der georg büchner.

kierkegaard "umutsuzluğun asıl acısı ölmeyi becerememektir." der.

23.03.2009

kehanet

carl sagan

"korkmak için cesaret gerekir." (montaigne)

olymposlu apollon güneş tanrısıydı. aynı zamanda, içinde kehanetin de bulunduğu başka konulardan da sorumluydu. bu onun özel uzmanlık alanlarından biriydi.

aslında olympos tanrılarının hepsi geleceği biraz görebiliyordu ama bu hünerini düzenli olarak insanlara sunan sadece apollon'du. kutsal kehanet mekanları kurmuştu ve bunların en ünlüsü rahibesini kutsadığı delphoi'deki tapınaktı. rahibe, suretlerinden biri olan piton yılanından aldığı pythia adıyla anılıyordu.

krallarla soylular -arada bir de sıradan insanlar- delphoi'ye giderek geleceklerini öğrenmek isterlerdi. bunların arasında lidya kralı kroisos da vardı. onu hâlâ kullanılmakta olan "karun gibi zengin" deyiminden tanıyoruz.

kroisos'un zenginlikle ilişkilendirilmesi belki de madeni paranın ilk kez onun zamanında ve ülkesinde basılmış ve kullanılmış olmasından kaynaklanıyor (mö yedinci yüzyıl, lidya -günümüzde türkiye'nin yer aldığı anadolu-). kilden yapılan paralar çok daha önce sümerler tarafından kullanılmıştır.

kroisos'un hırsını doyurmaya kendi küçük ülkesinin sınırları yetmiyordu. ve böylece herodotos tarihine göre, o zamanlar batı asya'nın süper gücü olan pers imparatorluğu'nu işgal ederek egemenliği altına almanın iyi bir fikir olacağını kafasına koydu.

kyros ise perslerle medleri birleştirerek güçlü bir pers imparatorluğu kurmuştu. kroisos doğal olarak ondan korkuyordu. pers ülkesini fethetme düşüncesini danışmak üzere delphoi kahinine temsilciler gönderdi. heyet zengin hediyeler götürmüştü, bir yüzyıl sonra herodotos zamanında bunlar hâlâ delphoi'de sergilenmekteydi.

temsilcilerin kroisos adına yönelttikleri soru şuydu: "kroisos perslere savaş açarsa sonuç ne olur?"

pythia duraksamadan şöyle cevaplandırdı: "haşmetli bir imparatorluğu yok eder."

kroisos bu sözler üzerine şöyle düşündü: "tanrılar bizimle, işgale girişebiliriz."

ele geçireceği satraplıkları sayarak ağzı iştahla sulandı. paralı askerlerini topladı ve pers ülkesini işgal etti; ama onur kırıcı bir yenilgiye uğradı.

bu sadece lidya'nın yıkımına değil, kendisinin de ömrünün sonuna kadar pers sarayında, ilgisiz yöneticilere küçük tavsiyelerde bulunan çanak yalayıcı eski bir kral olarak zavallı bir halde yaşamasına yol açtı.

22.03.2009

albert einstein

eduardo galeano

1955 yılında albert einstein öldü. o güne dek, yirmi iki yıl boyunca fbı, onun telefonlarını dinledi, mektuplarını okudu ve çöp torbalarını karıştırdı. einstein izlendi; çünkü o bir casustu, moskova'nın casusu. polisteki kalın dosyasında öyle deniyordu. orada ayrıca, yok edici bir ışın ve insan zihnini okuyan bir robot icat ettiği de söyleniyordu. ve deniyordu ki, einstein 1937 ile 1954 arasında otuz dört komünist cepheye üye olmuş ya da iş birliğinde bulunmuştur; üç komünist örgütü onursal olarak yönetmiştir ve böyle bir geçmişe sahip bir adamın saygın bir amerikan vatandaşına dönüşmesi mümkün değildir. ölüm bile onu kurtaramadı. gözlenmeye devam etti. ama artık bunu yapan fbı değildi, onun beynini iki yüz kırk parçaya bölüp dehasına bir açıklama getirmeye çalışan kendi meslektaşları, yani bilim adamlarıydı. hiçbir şey bulamadılar. zaten einstein daha önceden uyarmıştı: "bendeki tek anormal taraf merakımdır."

einstein bir keresinde şöyle demişti: "eğer arılar yok olursa, dünyanın ne kadar ömrü kalır ki? dört, beş? arılar olmadan polenizasyon olmaz, polenizasyon olmayınca da ne bitkiler ne hayvanlar ne de insanlar."

21.03.2009

psikanaliz

michel houellebecq

çok genel olarak, analizdeki kadınlardan alabileceğiniz bir şey yoktur.

psikanalistlerin eline düşen bir kadın sonunda hiç işe yaramaz olur, bunu defalarca gözlemlemişimdir. bu olguya psikanalizin yan etkisi olarak değil, bal gibi de başlıca amacı olarak bakmak gerekir.

psikanalistler ben'in yeniden yapılanması kılıfı altında gerçekte rezil biçimde insan varlığını tahrip etmeye girişirler. masumiyet, yüce gönüllülük, saflık. bütün bunlar onların hoyrat elleri arasında hızla öğütülür gider. bol bulamaç kazanan, ukala ve budala psikanalistler sözde hastalarında, fiziksel ve zihinsel ne kadar aşka yatkınlık varsa yok ederler. aslında gerçek insanlık düşmanları gibi hareket ederler. zalim bir bencillik okulu olan psikanaliz, biraz kafası karışmış, düzgün kızlara saldırıp onları, yerinde bir tiksinti uyandırmaktan başka bir işe yaramayan, kaçıkça ben, ben diyen lanet şırfıntılara dönüştürür.

psikanalistlerin elinden geçmiş bir kadına asla, hiçbir şekilde güvenmemelidir. bayağılık, bencillik, saldırgan salaklık, ahlak duygusunun toptan çöküşü, kronik sevme güçlüğü: işte "ruh çözümlemesinden geçmiş" bir kadının eksiksiz portresi.

bunu söylemek lazım, véronique satırı satırına bu tanıma uyuyordu. gücüm yettiğince onu sevdim -ki bu da büyük aşk demekti. bu aşk boş yere çarçur edildi, artık bunu biliyorum. onun iki kolunu birden kırsam daha iyi edermişim. herhalde öteden beri, bütün bunalımlı kadınlar gibi bencilliğe ve kalpsizliğe eğilimliydi; ama psikanalisti onu geri dönüşü mümkün olmayacak biçimde içi boş ve vicdansız, gerçek bir pisliğe dönüştürdü -parlak kağıda sarılmış bir süprüntü.

beyaz bir tahtası olduğunu hatırlıyorum, üzerine "konserve bezelye" ya da "kuru temizleme" türünden bir şeyler yazardı. bir akşam seans'tan dönüşte lacan'ın şu cümlesini not etmişti: "ne kadar iğrenç olursanız her şey o kadar yolunda gidecektir." gülümsemiştim; çok haksızmışım. o sıralar, o cümle henüz bir programmış ancak; ama kelimesi kelimesine uygulamaya konulacakmış.

işte size psikanalizin ilk etkisi: kurbanlarda inanılması güç, gülünç bir pintilik ve hesapçılık geliştirmek. psikanaliz tedavisi gören biriyle bir kahveye gitmeye kalkmayın; kaçınılmaz biçimde hesabın ayrıntılarını tartışmaya başlar ve iş garsonla sorun çıkarmaya kadar gider.

20.03.2009

john cooke

eduardo galeano

ingiliz hukukçu john cooke kimsenin istemediği davayı üstlendi ve kimsenin cesaret edemediğini suçladı. ve onun sayesinde, tarihte ilk kez, insan yasası ilahi monarşiye üstünlük sağladı: 1649'da, savcı cooke, kral ı. charles'ı suçladı ve sağlam delilleriyle jüriyi ikna etti. kral, tiranlık suçundan mahkum oldu ve cellat kafasını uçurdu. birkaç yıl sonra, savcı bunun bedelini ödedi. onu kral katilliğiyle suçlayıp londra kulesi'ne kapattılar. kendini savunurken şöyle dedi: "ben yasayı uyguladım." bu hata hayatına mal oldu.

her hukukçu bilmelidir ki, yasa yukarıda yaşar ve aşağıya tükürür.

1660 yılında cooke darağacında can verdi ve bedeni, güce meydan okuduğu salonda parçalandı.

philip k. dick

philip k. dick, 1928'de chicago'da doğdu. 1992'de ölünceye kadar bilim kurgu edebiyatının en üretken yazarlarından biri olarak kaldı. ilk hikâye ve romanlarından başlayarak iki birbirine bağlı temayı işledi: "gerçek nedir ve gerçek insanı oluşturan nedir?"

philip k. dick, gerçeğin insandan insana değişeceğini, bu yüzden de tek bir gerçek yerine pek çok gerçeğin olduğunu söyler. "gerçek nedir?" sorusunu sormasının nedeni de insanların yaşamları boyunca sözde gerçekler bombardımanına tutulmalarıdır. medya, büyük şirketler, devletler, dini ve politik gruplar sürekli olarak topluma, doğruluğu sorgulanabilir sözde gerçekler sunar. bu sözde gerçekler de sonunda gerçek olmayan insanlar yaratacaktır. zaten çoğu romanında kişinin belirlediği gerçek ve bir de çeşitli yollarca dayatılan bir imgeler dünyası vardır.

19.03.2009

yeni

özdemir asaf


şair oldum baktım her şey yazılmış
ressam oldum gördüm her yer çizilmiş
seyyah oldum sordum dünya gezilmiş
hiçbir yerde yeni bulamadım ben

18.03.2009

taşrada düğün hazırlıkları

franz kafka

intihar eden kişi, tutukevi avlusunda bir darağacının kurulduğunu görüp bunun kendi darağacı olduğu kuruntusuna kapılarak geceleyin hücresinden kaçan ve avluya inip kendisini ipe çeken bir tutukludur.

rahatını kaçıran ne? kalbinin kararını nedir bozup dağıtan? kapının tokmağına el süren kim? kim sokaktan sana seslenip de, açık kapıdan girip yanına gelmeyen? ah, bu, senin rahatını kaçırdığın, kapısının tokmağına el sürdüğün, senin kendisine sokaktan seslenip de, açık kapısından içeri girmeye yanaşmadığın kimseden başkası değil.

başkalarının varlığının, bakışının ve yargısının omuzlarıma yüklediğinden ayrı bir sorumluluğun baskısı altında bulunmadım hiç.

bir ara bacağımı kırmıştım, hayatımın en güzel yaşantısıydı.

eski taşlar altında yatan bir tespih böceğinden seni daha üstün yapan tek şey, kendine karşı duyduğun tiksintidir.

en kötüsü, öldürücülükten uzak acılardır.

her insan kendi içinde bir oda taşır. hatta kulakla saptanabilir bu. diyelim gece vaktidir de, dört bir yana sessizlik yürümüştür ve biri hızlı hızlı geçmektedir ilerden; kulak kabartıldı mı, örneğin duvara iyice tutturulmamış bir aynanın takırdadığı işitilecektir.

kafeste bir sincap gibi: devinimdeki mutluluk, darlıktaki umutsuzluk, diretmedeki kaçıklık, dıştaki huzur karşısında perişanlık duygusu.

yansıma diye bir şey yoktur asla; nereye dönsek dünyayı karşımızda buluruz.

kendini tanı, ki gerçek ben'ine kavuşasın.

artıklar kaldırıldı kenara
mutlulukta çözüldü kol ve bacak
mehtapta, balkonlar altında
geride biraz dal ve yaprak
saçlar gibi kara

avarelik tüm kötülüklerin kaynağı, tüm erdemlerin tacıdır.

herkes gerçeği göremez; ama gerçek olabilir.

arayan bulmaz; ama aramayan bulunur.

işi tıkırında olanların, ezilmişler karşısında kendilerini bağışlatmak için ağırlığını üzerlerinde hissettiklerini ileri sürdüğü dert ve tasalar, işi tıkırında olma durumlarını korumak için uydurulmuştur.

öğretmen gerçek, öğrenci ise sürekli bir umutsuzluk içinde bulunur.

eski bir şakadır: biz dünyayı tutar; oysa dünyanın bizi tutup bırakmadığından yakınırız.

dünyanın belirleyici özelliği geçiciliğidir. bu bakımdan yüzyılların bir anlık zamana göre üstünlüğü yoktur. dolayısıyla, geçicilikteki süreklilik insana bir avuntu sağlayamaz. yıkıntılardan taze yaşamın fışkırıp çiçeklenmesi, yaşamdan çok ölümdeki diretişi kanıtlar.

kadın, belki daha kesin bir deyişle izdivaç, kozunu paylaşman gereken yaşamın bir temsilcisidir.

bir insanın ölümünden sonra, yeryüzünde ölen kimseyle ilgili olarak bir süre kendine özgü rahatlatıcı bir sessizlik başgösterir; dünyadaki harıl harıl uğraşıp didinmeler sona ermiş, ilerdeki bir ölümü habire gözlemekten kurtulunmuş, sanki bir yanılgı ortadan kaldırılmış, yaşayanlar için bile bir oh! diyebilme fırsatı doğmuştur; bu yüzden, ölü odasının pencereleri açılır; ama bütün bunların görünüşten başak bir şey olmadığı anlaşılır sonradan, acılar ve yakınmalar yeniden başlar.

sanki öldükten sonra da bunun utancını yaşamaktan korkuyor.

hani biri vardır, beşi de alçak beş basamağı çıkması gerekmektedir; bir başkası da, tek bir merdiven basamağı çıkacaktır. ancak, bu basamağın yüksekliği, hiç değilse onu çıkacak için öbür beş basamağın toplam yüksekliği kadardır. birinci yalnız bu beş basamağı değil, onun gibi daha yüzlercesini, binlercesini çıksa, zengin ve pek yorucu bir yaşam da sürse, çıktığı basamaklardan hiçbiri ikincisi için, tüm güçler seferber edilse bile dünyada çıkılamayan ve kendisinin de kuşkusuz çıkıp bir türlü geride bırakamadığı o bir tek yüksek basamağın taşıdığı önemi taşımayacaktır.

özlemim eski zamanlarda
özlemim şimdilerde
özlemim yarınlarda
ve hepsiyle ölüyorum bekçi kulübesinde
yol kenarında
dikine tabutta bildim bileli
bir mülkünde devletin
hayatımı kırıp dökmekten alıkoymak için kendimi
harcadım tüm ömrümü

en yüce şeye ulaşmak değildir asla önemli olan, ona uzak; ama dürüst bir yaklaşımdır; kanatlanıp da güneşe uçmanın yeri yoktur; yapılması gereken, yeryüzünde arada bir güneşi gören biraz ısınabilecek temiz bir köşe bularak oraya sürüne sürüne erişmektir.

iki çeşit savaş vardır: biri bağımsız düşman güçlerin boy ölçüştüğü şövalyece savaş; düşmanlardan her biri kendisi için yaşar, kendisi için kaybeder, kendisi için kazanır. ikincisi de, insanı sokmakla yetinmeyip hayatta kalmak için onun kanını emen haşerenin savaşı, yani askerliği kendisine meslek seçmiş kişinin savaşı.

çocuklar kadar çok devrimler gerçekleştirmek isteyen kimse yoktur.

bir görüşe göre, evlilikten çekinmenin nedeni, insanın kendi anne ve babasına yaptıklarını, çocuklarının bir gün kendisine ödeteceğinden korkmasıdır.

askerin elinin uzanamayacağı yer yoktur.

"eldeki bir kuş çatıdaki iki kuştan daha iyidir."

yaşam gücünün azlığı, eğitimdeki yanlış adımlar ve bekarlık insanı şüpheci yapar; ama ille değil; şüpheciliklerini kurtarmak için kimi şüpheciler evlenir, hiç değilse düşünsel evliliğe başvurur ve inanan kimseler olup çıkarlar.

yol değil, yalnız bir hedef var. yol dediğimiz duraksamadır.

insanın temel güçsüzlüğünü oluşturan, zafer kazanamayışı değil, kazandığı zaferden yararlanamayışıdır. gençlik yener her şeyi, o ilk aldatışı, o gizli şeytansallığı alt eder; gelgelelim, kazanılan zafere el atacak, zafere dirilik bağışlayacak kimse bulunmaz ortada; çünkü işin bu aşamasında gençlik geçip gider. yaşlı kişi, zafere el sürmeyi göze alamaz; arkadan gelen ve hemen girişeceği yeni saldırıyla içi içini yiyen gençlik ise zaferini kendi kazansın ister. hani şeytan sürekli yenilgiye uğratılır bu yoldan; ama asla yok edilemez.

iyi bir kitap en iyi dosttur.

dalgaların bir su damlasını kaldırıp kıyıya atması, denizdeki ezeli dalgalanma olayını asla engellemez; hatta denizdeki dalgalanma, kıyıya atılan damlaya borçludur varlığını.

susmak mutluluk için yalnız yeterli değil, ona götüren tek yoldur.

yaşam, sürekli oyalayıştır; öyle bir oyalayış ki, neyi dikkatten kaçırdığını düşünüp anlamaya bile fırsat vermez.

bakıp görmesini bilen, soru sormaz.

aslında bir şeyin başarılması, başarılamamasından çok daha garip değil mi?

her şeye karşın insan tek bir şeydir, yani devinimde dinginlik, dinginlikte devinimdir; bunların ikisi her kişide birleşiyor; yine her kişide birleşimin birleşimiyle karşılaşılıyor ve böylece sürüp gidiyor bu, ta ki gerçek yaşama gelip dayansın.

kadın ve şiir

halit ziya uşaklıgil

"kadınlar şiirli aşklar hülya  ederler ve aşklarında şiirle bahtiyar olurlar." işte güzel bir cümle! bunun altına imzanı atar, edebiyat dergilerinden birine gönderirsin. senin gibi binlerce saf insanlar vardır ki buna, "oh, ne güzel!" derler. güzel? belki, fakat doğru değil.

kadınlar şiirlerle dolu aşklar hayal ederler, evet, yüzde bilmem ne kadar, herhalde çoğunluğu meydana getirecek kadın beyinlerinin içinde böyle açık lacivert bir semanın üstünde altın gülüşlerle sevda rüyaları vardır. fakat bu rüya işte yalnız oraya, o mini mini beyinlerin bulutlarına hastır.

hayatta, aşk hayatında, kadınlara şiirden söz ederseniz ne yaparlar, bilir misin? gülerler ve içlerinden, hatta belki açıktan açığa "ahmak!" derler.

lakin azizim, bu senin dediğin şey on beş yaşında pek iyidir. o zaman ağaçlarının arasından parça parça güneşler akan sık ormanlarda gezintiler düşünülür, mehtap gecelerinde sandalın kürekleri bırakılarak denizin nağmeleriyle semanın çiçekleri arasında sonsuzluğa kadar uzayıp gidecek derin düşüncelere dalışlar hayal olunur.

fakat aşk, asıl aşk, hakiki hayatta aşk, bunların hiçbiri değildir. bunlar kadınları bir müddet belki aldatır, bir kere, iki kere, nihayet üç kere, bu rüyalarla eğlenirler, lakin dördüncüsünde asla.. bütün o şiire asılıp kalan kadınlar, nihayet onu bulamayarak, çünkü o mümkün değil bulunamaz, bulamamakla yıkılan hayallerini ve hatta belki bir gün bulmak ümidini saklamakla birlikte aşkta asıl bulunan şeyi ararlar: hakikat. evet, bütün maddiliğiyle, o şiirlerden, hülyalardan, çiçeklerden soyutlanmış hakikat..

biz erkekler de böyle değil miyiz? hayatımızın bir dönemi vardır ki o sırada fikirlerimiz yeryüzünün üstünde uçmaya, emelini tatmin edecek hülya kevserini semaların uçacak kadar hafif kaynaklarında aramaya muhtaçtır. yükselir, gözlerini aldatan bu mavilikleri geçmek, daha yukarılarda bir şey, bir başka sevda havası bulmak için yükselir. fakat yükseldikçe daha geçilecek mavilikler bulur, o aldatıcı ufuklar bitmez tükenmez. bu gökyüzü yolculuğu ne kadar sürer? bu, mizaca ait bir şeydir, o kadar devam edebilir ki dönmeye imkân kalmaz.

ben? ben hatta uçmak için heves bile duymadım. uçup uçup da düşenler, bütün o kırık kanatlarıyla topraklarda sürüklenen, nihayet topraklarda ruhunun gıdasını arayanlar gözlerimin önünde o kadar anlaşılır dersler ortaya koydular ki ben onların bitirdikleri yerden başlamaya lüzum gördüm.

rica ederim söyleme, sizin, hülyacıların bütün felsefenizi biliyorum. işte ne demek istediğini anlıyorum: bana o semalar seyahatinin tan vakitlerinden, samanyollarından, gökkuşaklarından, renk renk güneşlerinden, parıltı tufanlarından, bütün bu güzelliklerin verdiği sarhoşluktan söz edeceksin. bir yığın şiir!

lakin asıl şiir kadınlardır. bu çiçeklerden şekillendirilerek odanızın yaldızlı hücrelerinde narin çiçekliklerde hoş kokulu hatıralarıyla size gülümseyen demetlerdir. bence işte aşkın felsefesi bundan ibarettir: bu demetlerden mümkün olduğunca çok bağlayabilmek.

sevda hayatı bir çiçek bahçesidir ki buradan sadece bir seyirci gözleriyle geçenler de vardır. onlar biraz ilerde bir şey koparabilmek ümidiyle geçerler, geçerler, nihayet artık koparılacak bir şey kalmaz, geri dönmek de mümkün değildir. bunların mezar taşına "yaşamadılar" sözü kazınabilir. bunlar öyle bir sınıftır ki beceriksizlerden, utangaçlardan, korkaklardan meydana gelir.

bu sınıfın biraz üstünde yakalarına yalnız birer gonca takmakla, bu sevda denilen çiçek bahçesinden bütün hisselerini almış olmakla çıkanlar gelir: azla yetinenler.

daha sonra henüz çiçek bahçesinin kenarına gelir gelmez eli boş yahut birkaç adım ötede avuçlarında bir demet kurumuş otla "oh, ne güzel!" diyen, hemen oraya, bir ağacın uyku getiren gölgesine düşerek uyuyanlar gelir: tembellerle yorgunlar.

daha sonra zafer kazananlar, galipler, bu çiçek bahçesinin iskender ve daraları, cengiz ve timurları, bizler, ben.. evet ben, kucak kucak, etek etek o çiçeklerden toplayan, toplamak için bitmez, sönmez bir heves duyan ben.. görsen, böyle, kâh elimin şiddetli bir hırsıyla koparılmış, kâh dişlerimin keskin br darbesiyle kesilmiş, yahut çalıların arasında türlü güçlüklerle toplanabilmiş, dikenlerinde emellerimin kanından fedakâr damlalar bırakılarak ancak yetişilebilmiş, ara sıra şurada burada mertlik ve yiğitlikle alınmış çiçeklerden bende ne güzel demetler var..

bunların içinde şuh kahkahalarıyla güller, baygın sevda bakışlarıyla nergisler, sıcak ve tutkulu nefesleriyle karanfiller, bin türlü manalarıyla nesrinler, şebboylar, laleler, sümbüller, bütün o şairlerin lehçelerini dolduran çiçekler, ötede beride mini mini, küçük küçük, çekingen tebessümleriyle serpilmiş yaseminlerle inci çiçekleri, hatta manasız, ruhsuz sanılan otlar, o gösterişsiz, aşağı görülen, küçümsenen edalarıyla zavallı otlar..

bu demetler o kadar çoğalacak, o kadar çoğalacak ki nihayet odamın hücrelerinde boş yer kalmayacak. odamda bunlardan o sevda çiçekleri bahçesini daima yaşatan bir hatıra çiçekliği meydana gelecek. o zaman, işte yalnız o zaman odamın ortasına, bütün o hatıraları saflık parıltısıyla, bekâretinin beyaz temizliğiyle örtecek bir zambak, tertemiz, lekesiz bir zambak koyacağım. ötekiler kurudukça bu, tazeliğinin, neşesinin nemli esintisini üzerlerine serperek, kendisi yaşamaktan bahtiyar yükseldikçe o zavallı solgun hatıralara da bir parça neşe verecek, böyle, gözlerimin önünde her beraber, inanı kendinden geçiren hoş kokulu bir hava içinde yaşarken ben sarhoş olarak çiçek dolu rüyalar içinde uyuyacağım, anlıyor musun azizim, o zaman uyuyacağım.

para

cenap şahabettin

vahşet dünyasında zor ne ise uygarlık dünyasında para odur.

sürekli parasızlık er geç bir felaket getirir, ister bireyde ister toplumda olsun.

yoksul her yerde biraz yabancıdır, kendi evinde bile.

sonsuza dek tahtında kalacak yalnız bir hükümdar tanırım: para. kim olursak olalım onun egemenliğini tanımak zorundayız.

sözlerimize bakarsak hepimiz eşitlik isteriz; ama insanların bir kısmını ayaklar altında görmek pahasına diğer kısmını başında taşımaya razı olmayacak kimse yoktur.

cebin delik ve cüzdanın boşsa boşuna üzülme, uyumlu yürüyemezsin.

"ulus bitti! memleket mahvoldu!" diye haykıranları inceleyiniz. ya yüreklerinde memuriyet özlemi vardır ya ceplerinde para yoktur.

herkes satılık olamaz ama her şey satın alınabilir, fiyatını iyi saptamak koşuluyla.

özellikle akraba konusunda nitelik niceliğe tercih olunur. zengin bir amcası olan kimsesiz sayılmaz. aksine yükselememiş bin dayınız olsun, toplum içinde kimsesiz tanınırsınız.

savaş

victor hugo

ancak barbar milletler bir zaferden sonra ani taşkınlıklar gösterirler. bir fırtınanın kararttığı sellerin geçici böbürlenmesidir bu. uygar milletler, özellikle yaşadığımız çağda, bir kumandanın iyi ya da kötü talihiyle yükselip alçalmazlar. onların insanlık içindeki öz ağırlıkları, herhangi bir savaştan daha büyük olan bir şeyden gelir. onların şerefi, -tanrı'ya şükür!- haysiyeti, ışığı, dehası, kahramanların, fatihlerin, bu kumar oyuncularının, savaşların lotaryasına koyabilecekleri numaralar değildir. çoğu zaman, kaybedilen savaş, kazanılan ilerlemedir. daha az şan şeref, daha çok özgürlük. davul susar, sözü akıl alır. kaybeden kazanır oyunudur bu.

17.03.2009

aşk ve evlilik

jonathan swift

cennette neler yapıldığını bilmiyoruz; ama ne yapılmadığını açıkça söylüyorlar: evlenilmiyor, evliliğe teslim olunmuyor.

venüs, o iyi huylu güzel kadın, aşk tanrıçasıydı; şirret bir cadaloz olan juno ise evlilik tanrıçası. bu ikisi başından beri birbirlerinin can düşmanı olmuşlardır.

asla fazla olmamakla birlikte birazcık akıl, kadında değer verilen bir özelliktir, tıpkı papağanların ezberledikleri birkaç sözü tekrarlamasından hoşlanmamız gibi.

bir şeyi arzuladığımızda ya da onun peşinden koştuğumuzda, zihinlerimiz o şeyin yalnızca iyi yönleri ya da özellikleri üzerine odaklanır; onu elde ettiğimizdeyse yalnızca kötü yönleri ya da özelliklerine.

insan bugünkü hanımların lütufkârlıklarına baktığında, ksenophanes'in sözünü ettiği kısraklara saygı duymazlık edebilir mi? yeleleri yerindeyken, başka deyişle, güzelliklerini hâlâ korurken bu kısraklar eşeklerin kurlarına asla yüz vermezlermiş.

pek çok erkeğin ve çoğu kadının akıcı konuşmasının ardında konu dağarcıkları ile sözcük dağarcıklarının kısıtlı olması yatar; çünkü dilde yetkin olan ve zihni fikirlerle dolu olan biri, konuşurken, her iki alanda da seçim yaparken tereddütler yaşayacaktır. öte yandan sıradan konuşmacıların yalnızca tek bir fikirler paketi ve bunları iletebileceği tek bir sözcükler dizisi vardır; bu dizi de her zaman dudaklarından dökülmeye hazır bekler.

erkeklerin çoğunda dalkavukluktan hoşlanmanın gerekçesi, kendilerine güvenlerinin az oluşudur; kadınların gerekçesi ise bunun tam tersidir.

kargaşa

hasan hüseyin korkmazgil


öyle bir kargaşada açtık ki gözlerimizi
soygun çalar vurgun oynar
otuzun tadı nedir
tadı nedir kırka merdiven dayamanın
meyvelerden neye benzer elliden öte
kaç beş köşelidir yetmiş beşlerde dünya
seksende ne görünür kadın bacakları insanın gözüne
seksenden öte giden yolda ne yandan doğar güneş
öpüşmek tuzlu mudur ekşi midir kekre midir yoksa
belalı bir uçurum mu dönüp geriye bakmak
ne soracak vakit bulduk
ne de bir söyleyen çıktı
yaşadık yetmiş yaşın bütün sığlıklarını daha on beşimizde
yaşadık otuz beşte on beşin
o buğulu, o bulanık, o delicoş düşlerini
uzandıkça uzaklaştı bizden o yüklü dallar
kıyılar kaçtı ellerimizden biz çırpındıkça
bir yer ki medet umar insan ölümden
çek ipini öylesi yaşamanın
yüz yıl da yaşasan değmez bir boka
bin yıl da yaşasan arkası boş

16.03.2009

uzman

john fowles

kadar çok bilim dalı içinde bu yeni adlar ve bilgilerden oluşan sonsuz çağlayanlar dizisi, dehşetengiz bir yeni frankenstein yaratmıştır, diğer adıyla uzman.

uzmanlaşma, bir merceğin güneş ışınlarını odaklaması gibi, genellikle pek küçük bir alana ve konuya ilişkin bilgi üzerinde yoğunlaşabilir. ancak, talihsiz bir alışkanlıkla yalnızca konu üzerinde değil, uzmanın üzerinde de yoğunlaşabilir ve bu kişiyi, bir sonbahar yaprağı gibi sarartıp kurutabilir. yalın bir ifadeyle, başka hiçbir şey daha acıklı biçimde suyunu çekip insanı doğal ortamından kopartamaz.

uzun bir süre, çeşitli alanlarda bilgi sahibi bilgin efsanesinin kurbanıydım. bilgi ansiklopedik olarak çok engindir. günümüzde bu bilgiye ancak sibernetik açıdan denetimli bilgisayarlar aracılığıyla egemen olunabilir. tek bir kişi ya da tek bir bilinç asla bu bilgiye erişemez. yine de, bizim gibi eski yalancılık hastaları tüm bilginin tek bir küçük beyinde tutulabileceği düşüncesinden vazgeçmeye yanaşmaz.

içimdeki sözde bilimsel bir tuhaflığın, bir diktatör edasıyla bir ara benden onaylanmış tek bir bilimsel yoldan bilgi edinmemi istemiş olmasından hiç mutlu değilim.

bilgiye ilişkin tüm diktatörce aşırılıkları, saldırıları ve emirleri dengeleyecek bir şeye umutsuzca gereksinim duymaktayız.

sinema

ahmet haşim

boş vaktim oldukça sinemaya giderim, yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek, cismimin değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. karanlık, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendiricidir. büyük dinlenme bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?

sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın kafatası içinde bir deste deve dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini ikame etmesidir. rüya alemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, dövüşen, düşen, kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy atlılarından veya harikulade hırsızlık vakalarından başka türlü tat almak mümkün olur muydu? resmi beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimelle kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden damla damla akan sahte gözyaşları, zevkini ve aklıselimini şapka ve bastonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı üzüntüden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.

sinema böyle yormayan masum bir göz eğlencesi kaldıkça, yorgun başın munis bir sığınağıdır. her zevkini kaybetmiş ruhu çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta basit müzik tatlı bir ninni vazifesini görür. ben en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlıklarına borçluyum.

15.03.2009

merkez

hüseyin rahmi gürpınar

insan bütün girift şeylerin merkezinde bulunur. her şeklin, her sesin her hareketin, her vaziyetin üzerimizde bir tesiri vardır. ve bunlar infial, ihtiras gibi ruhumuzun maddi, manevi bir özelliğiyle örtüşür. her şeyden aldığımız tesiri kendi varlığımızla açıklayarak ve izah ederek cansız şeylerde de kendimizinki gibi birer ruh varmış gibi vehmederiz.

mesela bir ağacın çırpınarak rüzgârla mücadelesi, gökte bir bulutun koşması bizi onlarda bir canlılık bulunduğu vehmine düşürür. bizden taşan hayatla her şeyi canlı ve anlamlı görürüz. şiiri canlandıran işte bunlardır. gecenin derin sessizliği ve hoşluğu içinde tepemizde pırıldayan yıldızların ince kalpler için ne tatlı bir söyleşmeleri ve şiirleşmeleri vardır. sema kubbesinden şiirler serperek yürüyen ay'ı, bu en yakın uzay komşumuzu, uyuyan sulara akislerini düşürerek bize bakıyor sanırız.

14.03.2009

edebiyat yazıları

arif damar

umutsuzluk bilinç eksikliğidir. bilincini yeterince derinleştirmemiş, dünyanın nereden gelip nereye gittiğini kavrayamamış insanlar umutsuzdur.

"söz vermiştim kendi kendime; yazı bile yazmayacaktım. yapamadım. koştum tütüncüye kalem kağıt aldım. oturdum. kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. yazmasam deli olacaktım." (sait faik)

sanatın en başta gelen işlevi, insan düşüncesini, insan beğenisini geliştirmektir. insanoğlunun, yarattığı bütün güzelliklerden payını alabilmesi gerekir.

kolayca anlaşılabilen şeylerde aslında anlaşılacak bir şey yoktur.

dünyayı değiştiren sanıklardır. bu dünyada sanıklığımıza toz kondurmamak için elimizden geleni yapamıyoruz. sanıklığımızın üstüne titremeliyiz. yaşadığımız dünya düzeni suçludur. bilimde olsun, sanatta olsun değiştiren insanlar sanıktır. baudelaire, rimbaud, darwin bile sanıktır. enteresandır. mayakovski her iki düzende de sanıktı. şeyh bedrettin hala sanıktır. ben de sanıklığımı hep korudum.

bataklık

thomas bernhard

bu ülkenin koşulları yine en karanlık ahlaki düşüklüğüne ulaştı, insanı bunaltan da bu. böylesine güzel bir ülke ve böylesine düşük ahlaklı bir bataklık, böylesine güzel bir ülke ve böylesine tamamen şiddet dolu ve hain ve kendi kendini yok eden bir toplum.

en korkuncu da insanın burada tepetaklak edilmiş bir seyirci olarak bu felakete bakması ve buna karşı elinden hiçbir şeyin gelmemesi.


şu aşağı tabaka denen şey, gerçekten yukarı sınıf gibi hain ve alçak ve aynen onlar gibi sahtekar. zamanımızın en itici alametlerinden biri bu, hep basit denen ve ezilen insanlar denenlerin iyi olduğunun sanılması, ötekilerin de kötü. bu benim bildiğim en iğrenç sahtekarlıklardan biri. insanlar bütünüyle aynı derecede alçak ve hain ve sahtekar.


bugünkü ülkemiz karmaşık bir pislik, bu gülünç ufak devlet, kendini beğenmişlikten kırılan ve şimdi ikinci dünya savaşı denilen savaştan sonra tamamen sakatlanmış olarak kesin düşüşüne ulaşmış olan bu gülünç küçük devlet; düşünmenin öldüğü ve yarım yüzyıldan beri artık yalnızca devlet politikası dar kafalılığın ve devlet inançlı budalalığın egemen olduğu yer, bu ülkede bugün ne yana baksak gülünçlük çukuruna bakıyoruz.


bugünün insanı teslim olmuş, korunmasız bir insandır. tamamen teslim olmuş ve tamamen korunmasız bir insanımız var bugün, daha on yıl önce insanlar yine de kendilerini biraz korunmuş hissediyorlardı ama bugün tamamen korunmasızlığa bırakıldılar. artık kendilerini saklayamazlar, saklanacak bir yer yok artık, korkunç olan da bu.


her şey tamamen saydam ve dolayısıyla da korunmasız oldu; bu, bugün artık hiçbir kaçış olanağının olmaması demek. insanlar bugün her yerde aynı, nerede olurlarsa olsunlar, stresli ve kışkırtılmış ve göçüyor ve kaçıyorlar ve hiçbir delik bulamıyorlar kaçabilecekleri, ölüme gidiş dışında, gerçek bu. endişe verici olan da bu; çünkü dünya artık mahrem bir yer değil, artık yalnızca endişe verici bir yer.


dünya, insanların artık korunmasının olmadığı başlı başına bir endişe, hiç kimsenin korunmadığı bu endişe verici dünyayla yetinmek zorundasınız, isteseniz de istemeseniz de, tepeden tırnağa bu endişe verici dünyaya teslimsiniz ve siz bunun böyle olmadığına inandırılıyorsunuz. o zaman size yalan söyleniyordur. bugün durmadan kulakları tıkarcasına söylenen bu yalan en çok politikacılar ve politik gevezelerin uzmanlık alanı oldu.

ars est celare artem

jonathan swift

en büyük tiran bile, insanın kendi kendine işkence aracı olan kıskançlıktan daha acımasız bir işkence bulamamıştır.

bazıları cumhuriyetleri el üstünde tutarlar; gerekçeleri de hatiplerin en çok cumhuriyetlerde yetişmeleri ve tiranlığın en büyük düşmanları olmalarıdır; ama kanımca yüzlerce tiranımız olacağına tek bir tiranımız olması yeğdir. ayrıca hatipler halkı her zaman kışkırtma eğilimindedir; halkın kızgınlığıysa kısa süren ama deliliğe benzeyen bir nöbettir.

bu nöbetlerin ardından kuşkusuz, örümcek ağına benzeyen yasalar gelir. ancak bu ağ yalnızca küçük sinekleri yakalayabilir. eşek arıları ve yaban arıları bu ağlardan kurtulmakta zorluk çekmezler; ama elbette hitabette en önemli sanat, sanatı gözden gizlemektir: ars est celare artem.

bilgelerin söylediği gibi, yeryüzünde idamlar bir kez başlamayagörsün, nerede son bulacağını kimsecikler bilemez.

yüksek dehalar yüce nesnelere ilişkin konularda serbestçe davranmaktan hoşlanır; onlara, saygısızlık edecekleri ya da varlığını reddedecekleri bir tanrı sunulmadığı takdirde, bu kez saygın insanlar, hükümet ya da bakanlıklar hakkında ileri geri konuşmaya başlayacaklardır.

meclisin çıkaracağı bir yasayla fuhuş yapmak, içmek, dolandırmak, yalan söylemek ve çalmak sözcükleri ingilizceden ve sözlüklerden çıkarılacak olsa, ertesi gün herkesin yataklarından namuslu, ölçülü, dürüst, adaletli ve gerçeği, doğruyu savunan kişiler olarak kalkması beklenebilir mi? akla uygun bir mantık yürütme biçimi midir bu?

yalan, bir devlet içindeki bozguna uğramış dünyevi ve asi bir partinin son sığınağıdır.

bir kimse, gençliğinden yaşlılığına tüm düşüncelerini aşk, siyaset, din, eğitim vb. üzerine odaklasa, sonuçta ortaya ne denli büyük tutarsızlıklar ve çelişkiler çıkar!

iyi yönetilen ülkelerde mülkiyet hakkına sınırlamalar getirilir. bunun pek çok nedeni vardır; ama belki de biri üzerine yeterince kafa yorulmamıştır: insanların arzuları kurallarla sınırlandığında, yasaların kendilerine izin verdiği ölçüde mülk edindikten sonra özel çıkarları son bulur ve böylelikle bu insanlar artık kamu çıkarıyla ilgilenmekten başka bir şey yapamazlar.

hırs çoğu zaman insanlara en alçak işleri yaptırır; demek ki insan bedeni yukarılara tırmanırken sürünürken girdiği biçime girer.

12.03.2009

bir mayıs günü bırakıp gittin

yannis ritsos



sakın geri çevirme ateş ve su isteyeni
sakın yanıltayım deme senden yolunu soranı
sakın mezarsız koma can verip ölmüş kişiyi
ve kesmeye kalkma sabana koştuğun boğayı

bunca elle tutulur -belki de bu yüzden-
bunca değişken olan
insan gövdesinden daha anlaşılmaz
daha şaşırtıcı bir şey olabilir mi dünyada

ağzının ne kadar güzel olduğunu bilseydin
görmeyeyim diye gözlerimi öperdin

sana hayatı anlatıyor yaraya saplanan her bıçak
ve sana anlatmak için dünyanın güzelliğini
şifalı bir ot yeşeriyor tırnağının kirinde

her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen

tut elimden. bu el senin. deniz suyuyla beslenmiş
bu deniz senin. acı özsuyu damlıyor incir dalından
nerede olursan ol, gökyüzü seni görüyor
sen bir tel saç koparırken sessizliğin başından

daracık bir yer seçeriz korunmak için
kendi sınırsızlığımızdan

su deposunda donuk yıldızlar
mühürlü bir odadaki ayna gibi
eski avlunun ortasında duran depoda
güvercin konuyor çevresine
boş beyaz saksılar
sınırını çiziyor ayışığının
sessizce bir türkü söylüyoruz
içimizde bir yaraya bakarak

eğer şiir bağışlanma değilse
o zaman başka hiçbir yerden medet ummamalı

hepimiz
olduğumuzdan başka bir insan olmak isteriz
kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz
alınyazısı, denildiği gibi
bir kısır döngüye hapseder bizi
biz de döner dururuz dibinin karanlığına
anlaşılmazlığına yüzümüzün
kapatıldığı o kuyunun çevresinde
her zaman bir şey buluruz aradığımızda

albert caraco

ışık ergüden 

"ahir zaman"; hem "yeni, son" anlamında, hem de "dünyanın son günleri, kıyametin kopmak üzere bulunduğu günler veya yıllar" anlamında bir ibaredir.

caraco bu iki anlama da denk düşen bir yazar, düşünür. keza, "sınıflandırılamaz"; tıpkı öncelleri gibi, bütün nihilist fikir ve düşünürler, schopenhauer, nietzsche, hatta malthus, cioran. nevi şahsına münhasır şahsiyetler, düşünürler. insanlığın artık rastlamadığımız bir soyu.

yaklaşık dört yüz yıldır türkiye'de yaşayan sefarad bir ailenin oğlu olarak 10 temmuz 1919'da -sürgünler ve göçler zamanında- istanbul'da doğmuş albert caraco. önce orta avrupa'ya -viyana, prag, paris- göç etmiş caraco ailesi, sonra ikinci dünya savaşı arifesinde, nazi tehdidi karşısında güney amerika'ya.

albert caraco'nun mutlak anlamda yazıya adanmış, münzevi yaşamında biyografinin ne kadar önem taşıdığı yine ancak eserlerine bakılarak anlaşılabilir. ama savaş sonrası paris'ine geri dönüşünün onda yarattığı yıkım ve felaket duygusunu, insanlığa dair umutsuzluğunu şahsi kararıyla ölçebiliriz: intihar kesin ve tek sondur. ancak ailesini üzmemek için, bunca yıkımın üzerine bir de bunu eklememek için erteler.

önce annesi ölür. "bayan anne"nin ölümünün hemen ardından yazdığı post mortem, doğmuş olmanın nafile ve telafisiz duygusunun en yeğin ve yoğun anlatılarından biridir: anneden nefretin ve anne sevgisinin incelikli, ender anlatılarından biri. sonra baba ölür. artık daha fazla bekleyecek hiçbir şey kalmamıştır: albert caraco, babasının ölümünden birkaç saat sonra intihar eder (eylül 1971).


bu kadar rasyonel ve tartışmasız, kesin bir hayatın tartışmasızlığından geriye çok sayıda yayımlanmış -ve okuyucu bulamamış- ya da hiç yayımlanmamış sayısız eser kalmıştır. çünkü caraco, yıllar öncesinden kararlaştırdığı intihar -ve ölüm- anını beklerken, tek iş olarak, düzenli ve sistematik olarak yazar; başka bir şey yapmaz, sadece yazar, her gün aynı saatlerde, altı saat yazar, tek bir düzeltme yapmadan yazar, inzivayı -ve dünyayı- yaşar.

hayatından anlayabiliriz: çok kültürlü, çok dilli biridir caraco. ama bir eseri sınıflandırılamaz yapmaya bu kadarı yetmez elbette. yirminci yüzyılın son peygamberi caraco'nun eserinden rahatsız edici hakikatler birer havai fişek gibi fırlar ve patlar. bu fişeklerin soğukluğu, doğrudanlığı, berrak karamsarlığı az rastlanır türdendir. ne nietzsche'de ne de cioran'da rastlarız böylesine.

caraco acı gerçekleri çarpar yüzümüze; hem de klasik yazarlara özgü bir sadelik ve akıl gücüyle. o bir nesnellik fanatiğidir. guy debord'u andıran -doğru çıkan- bir kehanet gücü vardır. bedduası ve laneti nesneldir: ürememize, üretmemize ve tüketmemize itiraz eder. dünyanın sonunu hazırlayan şehirlerimize, üst üste koyduğumuz beton yığınlarına, budala politikacılara ve yok olmaya mahkum kitlelere, sürüleredir onun laneti; böcekleşmiş yığınlara, gökten firar etmiş tanrılara; bu yüzden de doğrudur.

kendini anarşistlere ve nihilistlere yakın hissetse de, geleceğe dair mutlak umutsuzluğu, felaket beklentisi onu geçmişe, reaksiyoner -ikili anlamda: tepkici ve gerici- tavra da yöneltir; kimi ibarelerini monarşi yanlısı hatta ırkçı olarak görebiliriz; ama şimdiki zamana dair yaşadığımız acı gerçeği burada ayırt etmemek imkansızdır.

dünyada en çok sevdiği şeyin, uygarlığın ihanetine uğramış birinin öfkesidir onunki. sınıflandırılamazlık, bu genelleşmiş nefretin ve nerede duracağı belli olmayan sorgulamanın insanda yarattığı tedirginliğin de karşılığıdır.

cinsellikten yahudi sorununa, sembolizmden felsefi meselelere ve edebiyata dek her alanda yazmış, şu ana dek yirmi iki ciltlik eseri yayımlanmış bir yazar olan, ancak pek az tanınan, pek az okunan, tanınmayı ve bilinmeyi ise hem içerik hem de biçim bakımından hak eden albert caraco'nun eserinin en özlü kısmı olan kaos'un kutsal kitabı ideal bir saldırı malzemesi, bir dinamit, bir tahrip kalıbıdır: yoğun, kısa, esinli, terörist, sert, kehanet dolu, provokatif, karanlık, gizli -ve yeterli.

insan katmanlarında gezinen aşırı ahlakçı caraco bir kıyamet habercisidir, yıkım ve felaket kehanetinde bulunur. nietzsche gibi o da ebedi tekerrürden söz eder. kaynağa geri dönüş, ona göre dişi ilkenin egemen olmasıdır. ama onu yeryüzüne bağlayan tek şey edebiyattır. kelimenin tam anlamıyla bir aydınlanma düşünürü, bir ansiklopedist, bir bilgin olan caraco'nun karanlık nihilizminin ürünü olan kesinlikle karanlık, karamsar, insandan kaçan kitapları, hiçbir umuda, hiçbir pozitifliğe yer vermez.

her türden ırkçılığın ve fanatizmin yükselişine tanık olduğundan, her türden hümanizmin imkansızlığını açıkça belirttiğinden dayanması güç, okunması güç -ama mükemmel bir dilde yazılmış- bu kitaplar, özellikle de kaos'un kutsal kitabı, felsefeden ziyade bir ahlak ve tarih kitabıdır. çağdaş dünyanın karanlık ve umutsuz, aynı zamanda peygamberce bir teşhisi, mutlak sonun kesin çağrısı olarak okunabilir.

en sonuncu ve en radikal ahlakçının, öfkeli beddualarla dolu, kısa fragmanlardan oluşan bu kitabı, bir tür kutsal kitap, kıyamet deyişi olarak okunabilir; ama daha ürkütücü; çünkü gerçekçidir. -çünkü zaman dışı bir yerden konuşur caraco. kendini herkesin, her şeyin, politikanın, çıkarın, zamanın dışına yerleştiren, başka bir yerden konuşan biri.

bu sesin karşılık bulmadığını söylemek için henüz erken. aykırı, irkiltici seslerin reddedildiğini, yok sayıldığını biliyoruz. caraco'nun sesi de bize insan denen canlının doğa karşısındaki fuzuli varlığını, yokluğunun doğayı hiç ilgilendirmeyeceğini, belki de rahatlatacağını hatırlatan, bizi haddimizi bilmeye, boyumuzun ölçüsüyle davranmaya davet eden ender metinlerdendir.

insan, tanrı olmasa da edebini takınabilir, takınmalıdır. az sayıda kişinin okuduğu metinlerde edep duygusu, insanlık kadar eski ve ezoterik bir bilgi hep saklıdır; kaos'un kutsal kitabı da bunlardan biri.