27.02.2009

uzun lafın kısası

j.p. donleavy: eldeki bir çift iyi taşak, çalılıktaki bir çük kadar iyidir.

juvenalis: yüksek mevkilerde sağduyuya az rastlanır.

ayşegül devecioğlu: savaşmayı bilmeyen yürek bağışlamayı da bilmez. intikam alacak cesaretin varsa bağışlayacak merhametin de vardır.

enid bagnold: yalnızlığın hiçbir şeye ihtiyacı yok; o her şeyi öğretir.

m. bilgin saydam: insanlar kendi oluşturdukları, tanımladıkları ve değişik anlamlarla bezedikleri öznel sistemlerinde yaşar, duyar, düşünür ve davranırlar.

george sand: yaşadığımız çağdan ne kadar ilerde olursak ondan o kadar ıstırap çekeriz.

laurence sterne: gerek erkek gerekse kadın, acıya, kedere ve zevke en iyi yatay pozisyonda katlanırlar.

remarque: dünyanın hiçbir yeri, uğrunda bir ömür feda edilebilecek kadar güzel değildir.

ray bradbury: bir caninin görüntüsü karşısında cesetler bile kanar.

michel de castillo: yüzüne tükürüldüğünde, bu tükürüğü küçük bir şişeye koyup şık bir biçimde ambalajlayarak iyi bir fiyata size geri satan adama kapitalist denir.

soti triantafyllou: hiçbir şey kuzey göğündeki bulutsuz bir geceden daha güzel değildir.

viktor emil frankl: insanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef sevgidir. bir başka insanı kişiliğinin en derindeki çekirdeğinden kavramanın tek yolu sevgidir.

25.02.2009

kadın kadıncık ol

enderunlu vasıf


kız dinle nush ü pendimi kavline sadık ol
gönle rıza-i kaynanayı kul halayık ol
kim der sana ki bir çamura var bulaşık ol
ne kesret ile zahide ne pek de açık ol
olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol

24.02.2009

o malum eser

halit ziya uşaklıgil

o malum eseri dediği, senelerden beri yazmak istediği, beyninin içinde bir çocuk gibi yaşatıp büyüttüğü, her dakika işleyip süslediği eserdi ki bunda çocukluktan beri okuduklarından aşılanmış şiir zevkini uygulamak isterdi. bu eseri öyle bir şey yapmak isterdi ki o vakte kadar görülmüş olan şeylerin hiçbirine benzemesin. bir şey ki.. o şeye zihninde mümkün değil bir şekil bir tarz veremiyordu.

zihninde düzenlediği öz pek sadeydi: bir taze ruh ki hayata bir ümit parıltısıyla açılıyor, güya semanın el değmemiş bağrına güneşin öpücüğünden, onun sevda dudaklarının dokunmasından tutuşmuş bir bahar sabahı.. fakat sonra yavaş yavaş ufuklar yanmaya, etrafa bir ateş havasının baygınlıkları yayılmaya başlıyor, o saf ve taze ruha hayatın ilk sıkıntıları yavaş yavaş sokuluyor. hayat mücadelesi.. daha sonra ümit güneşi o kırılmış kalbin yıkılan emellerine hazin bir veda bakışıyla süzülüp gidiyor: o vakit neticenin kara bulutları..

işte eser buydu. bu eserle ahmet cemil insan hayatını yazmak istiyordu; başından sonuna kadar bir şiir ki bir gülümsemeyle başlasın, bir damla gözyaşıyla netice bulsun..

ne vakit buluşsalar arkadaşı hüseyin nazmi'ye bundan bahsederdi. birçok parçalarını yazmış, arkadaşına okumuştu. fakat istediğini yapamamaktan, düşündüğünü kalemine resmettirememekten doğan bir ümitsizlikle her yazdığı parçadan sonra o parçaya veremediği ruhun matemini tutardı. bu eserin adeta hastası olmuştu. kendi kendisine küser, gücünü hissinin altında bulduğu için kızar, bazen güçsüzlüğünü dile yüklemek ister, zihninin içinde karmakarışık hayaller gibi uçuşan belirsiz renkleri yakalayabilecek bir alete sahip olamamaktan ileri gelen bir bıkkınlıkla adeta hayattan bezer. ah! bir kere o eseri bir vücuda getirebilse! bütün hayatta ümidi onun üzerine kuruluydu, onu yazarsa -bir gün taksim bahçesi'nde arkadaşına itiraf ettiği gibi- artık hayatta vazifesini tamamlamış sayacaktı.

bir gün hüseyin nazmi'ye diyordu ki:

"o yeniliklere çıldıracaklar. hele vezin için kim bilir ne kadar aşağılamalara uğrayacağım; fakat bunu niçin anlamamalı? bizim veznimizin musikisini, akışının ifadesini, edasının hissini niçin bilmemeli yahut bildiğini iddia edip de bundan niçin istifade etmemeli? beş yüz beyitlik bir manzumeyi hiç değişmeden giden bir vezin üzerine söylemekten doğacak ruh yorgunluğunu, o ahengin sürüp gitmesinin vereceği sıkıntıyı niçin anlamamalı? batı'nın manzumelerinde vezinlerin değişmesinden ortaya çıkan ahengi görüyoruz. o ahengi meydana getirmek için bizim elimizde aslında musikiden ibaret bir veznin coşkunluğu varken niçin nazmımızda aruzun temel kalıplarına dikkat ettiğimiz gibi üslubunda da veznin şiirle uyumlu olmasına dikkat etmeyelim? hece veznine de bu hizmeti yaptırmak mümkün olabilirdi, eğer türkçe kendi halinde kalsaydı. fakat dil türkçelikten çıkınca, arapçanın, farsçanın istilasına uğrayınca.. şimdi bir şiir söyleyiniz ki..

buna karşılık, veznin musikisinde hüküm sürmek lazım gelen ahengin manası.. fakat o manayı hissetmek, hissettikten sonra uygulamak lazım. bizde bu tarafa dikkat edilmiş mi? bir neşeli vezinle ağıt söylemek yahut hafif bir özü ağır bir veznin ağır akışına bırakmak veznin musikisine karşı nasıl bir duygusuzluksa çeşitli özlerden oluşan uzun bir manzumeyi yalnız bir vezinle söylemeye kalkışmak yine musikiye karşı öyle bir anlamamazlıktır.

türkçemizde de böyle şeyler mesela fransızcadan daha güzel yapılırken yazık ki yapmıyoruz. şimdi benim eserime vermek istediğim musikiyi düşün, bundan ortaya çıkacak etkinin ruh üzerinde ne kadar kuvveti olmak lazım gelir. eğer bu yenilik herkeste bir iltifat eğilimi yaratmazsa..

musikide yapamadığımızı bazi nazmımızda yapalım. yirmi tane birörnek suzinak şarkıyı okumaktan, dinlemekten duyduğumuz yorgunluğu hiç olmazsa nazmımızdan kaldıralım. hüner musikiyi birörneklikten değil çeşitli makamlar ve usulün bağdaşımından elde etmektedir. bu yolda yazılmış bir manzumeyi düşün ki vezinlerin taşkın dalgaları üzerinden atlaya atlaya akıp giderken birden yorgun düşmüşçesine ağır ağır sürüklensin. sonra tekrar bir coşkuyla taşsın, veznin kasırgasıyla yükselsin, yükselsin, şiddetin en yüksek tabakasına kadar çıksın, yine yavaş yavaş, ine ine son nefes bir musiki inlemesiyle bitsin.

hele kafiye.. gariptir, bizde en dikkat edilecek şeyler ihmal edilmiş de edebiyatımızda çocukça oyunlar için hayatlar harcanmış. "jenk, ferhenk, renk" kafiyesiyle kaside söylemek için düşünceleri hayal edilemeyecek baskılara ve çarpıklıklara uğratarak, o kafiyede bir kelimeyi kasideden mahrum etmemek için türlü mana garipliklerine mecbur olarak zorlukları hayret verecek bir külfete katlanmışlar da kafiyenin ahenk manasını düşünmek akıllarına gelmemiş. hatta bugün yeni şiirin ruhunu anlamayanlarda kafiyede bir sesleme manası olabileceğini düşünebilecek var mıdır?

hele kafiyelerin alışılmış sıralanışına hiç aklım ermiyor. "an ve in" kafiyeli seksen beyti birbirinin arkasına sıralamaktan kulak için hoşluk mu ortaya çıkar usanç mı bilemem. hele gazellerde matladan sonra gelen müfretlerde madem şiirin arasına kafiyesi olmayan kelimeler sokarak kulağı tırmalamaya izin veriliyor, o halde kafiyesiz şiir söylensin. kafiyenin sıralanış tarzını sırf zevke fakat muntazam biçimde zevke uygun olarak gerçekleştirmek bize ait bir başarı. o başarıya bir de kafiyenin sesleme manasını ilave et, sonra vezinlerin musikisine de o değişimden gelen ahengin manasını ver, işte yarının nazmı!

bence kelimelerin geçerli manasından başka bir de, nasıl söyleyeyim ses manası vardır. bilmem herkes hisseder mi? fakat ben mesela "naliş" (inilti) kelimesinin üzüntülü edasını, "pervaz" (uçuş) kelimesinin uçma eğilimini, "feryat" kelimesinin yırtıcı ahengini pek iyi duyuyorum. sanki "bahr" (deniz) kelimesi de o sıfatla, beraber taşıyor, şişiyor, değil mi? buna karşılık "derya-yı sakin" (sakin deniz) derim; çünkü "derya" kelimesi de sakin, onda da bir durgunluk var ki sıfatı sıfatın manasından daha çok açıklıyor.

şimdi düşün! üzüntü dolu bir beyit hüzünlü bir kelimenin son harfi harekesiz, sessiz bitsin, sonra gösterişli bir kafiye diğer bir beytin mana haşmetine şaşaalı bir süreklilik versin, bütün şiir bir yandan veznin ahengine kendini teslim ederek dalgalanırken kafiyeler öteye beriye hafiften şarkı söylercesine ezgiler, nağmeler serpsin, sonra o şiirden bütün eskimiş benzetmeleri, bütün o köhne cinasları çıkar, fikri o bilinen zeminlerde bocalamaktan kurtar, işte benim eserim.

ah, o eser yazılıp da yayımlandığı zaman ben büsbütün başka bir adam olacağım! öyle zannediyorum ki şöhret perisi gelip bozguna uğramış, yenik düşmüş halde, ayaklarımın altına atılacak, kendimi birden yükselmiş göreceğim, o zaman, "ben bugün şu toprak parçasının üzerinde birisiyim." diyebileceğim.

hile

david b. resnik

bilimdeki hilekârlık biçimlerinin çoğu bilginin analizinde ve üretiminde ortaya çıkar. yanlış enformasyon, bilim insanlarının uydurma bilgi sunmalarıyla, enformasyonu veya sonuçları değiştirmeleri sonucu görülür. tahrifat, bilim insanlarının enformasyonu veya sonuçları doğru ve nesnel olarak bildirmemesiyle ortaya çıkar. tahrifatın en çok bilinen çeşitleri, enformasyonu kırpma, sonuçları uydurma ve bulandırmadır. kırpma, bilim insanlarının hipotezlerini desteklemeyen sonuçları gizlemeleridir. bulandırma ise, sonuçları olduklarından daha iyi göstermeye çalıştıklarında ortaya çıkar. bilim insanları, olumlu sonuç elde edemeyeceklerini bile bile deneyler ve testler yaptıklarında ya da negatif sonuçlara varacak testleri yapmaktan kaçındıklarında sonuçları "uydururlar."

22.02.2009

kralların kralı

john milton


iktidarda olmak hırsa değer; ama yine de cehennemde
cehennemde efendi olmak yeğdir cennette köle olmaktan

"ölüler diyarında kralların kralı olmaktansa
yeryüzünde fakir bir adamın uşağı olmayı yeğlerim."
(homeros)

19.02.2009

mutlu gençlik

william blake



mutlu gençlik yakına gel
gör açılan sabahı
yeni doğmuş hakikatin görüntüsünü
kuşku uçup gitti artık ve mantık bulutları
karanlık tartışmalar, hileli sataşmalar
delilik çıkışsız bir labirenttir
yolunu şaşırtır ona dolanmış kökler
niceleri düşüp kalmıştır orda
ölü kemikleri üstünde sendeleye sendeleye
yürürler bütün gece
ve kaygılanmaktan başka bir şey bilmediklerini hissederler
başkalarına yol göstermek dilerler
onlara yol gösterilmesi gerekirken

16.02.2009

kültür ve zarafet

baltasar gracian

kültür ve zarafet.. insanlar barbar doğar ve kültür aracılığıyla hayvanlıktan uzaklaşır. bu nedenle, insanı yaratan şey kültürdür. ne kadar insan olursak o kadar yükseliriz. yunanistan işte bu sayede dünyanın geri kalanına "barbar" diye hitap edebilmiştir.

cehalet çok çiğdir. hiçbir şey kültüre bilgi kadar hizmet etmez. ancak zarafet olmayınca bilgi bile hamdır. yalnızca zekamız değil, arzularımız ve her şeyden öte sohbetimiz de ince olmalıdır. bazı insanların hem içi hem de dışı doğuştan zariftir; düşünceleri, yönelimleri, ruhlarının kabuğu olan giyimleri ve meyvesi olan yetenekleri bunu belli eder.

öte yandan, kendileriyle ilgili her konuda patavatsız davranan insanlar da vardır. onların en büyük üstünlükleri bile çekilmez görünür ve benlikleri barbarca bir zarafet yoksunluğuyla lekelenmiştir.

emma

jane austen

bir kadının başka bir kadının arkadaşlığına karşı duyduğu ihtiyacı belki de hiçbir erkek anlayamaz.

eğer bir kız kendine evlenme öneren erkeğe evet mi, hayır mı diyeceğini bilmiyorsa, hayır demelidir. öyle ya, dünyaevine böyle bocalama, kuşku içinde girilmez. insan hiç düşünmeden kabul edebileceği erkeği beklemelidir.

shakespeare: gerçek aşkın yolu hiçbir zaman pürüzsüz değildir.

bazı kimselere ne kadar yardım ederseniz o kadar tembelleşir, her şeyi sizden beklerler. kendi kendilerine kalınca, ister istemez başlarının çaresine bakmak zorunda kalırlar.

tanışıklığın derecesini açıklamak her zaman hanımların hakkıdır.

görülecek kadar iyi olduğuma inanmadıkça, arkadaşlarımı görmekten zevk de almam.

neden bekledik sanki? neden aklımıza gelir gelmez yapmadık? karşımıza çıkan mutluluk anlarını hemen yakalamak gerek. uzun uzun hazırlanıp beklemek her şeyi bozuyor çok zaman.

sevecen bir yürekten daha cana yakın hiçbir şey olamaz. hiçbir şey bununla kıyaslanamaz. sıcak, yumuşak bir yüreğin yanı sıra sevecen, yalın bir davranış, bence berrak, işlek bir kafadan kat kat daha çekicidir.

evli bir kadının öyle çok sorumluluğu var ki! bu sabah kahya kadına yapılacak işleri anlatmak tam yarım saat sürdü.

hiç de sönük olmayan, hatta aslında cevherli olan kimselerde çekingenlik son derece çekici, insanı saran bir huydur.

adamı adam yapan şey, yedi dünyayla içli dışlı olmaksızın genelde yüce ve cömert yürekli olmasıydı. emma ancak böyle bir erkeğe aşık olabilirdi.

kalabalık kafile kendi eğlencesini yaratır.

kızların peşinden koşmayacak kadar işi başından aşkın erkekler, çoğu zaman kendi peşlerinde koşan kızların eline kalmazlar mıydı? bu dünyada eşitsizlik, tutarsızlık, nispetsizlik pek mi şaşılacak şeydi? rastlantıların ve durumların insan kaderine yön vermesi pek mi yeniydi?

zaman her yarayı iyileştirir.

insanların birbirlerine yaptıkları hemen hemen hiçbir açıklamanın tümüyle doğru olduğu söylenemez. hiçbirinin en ufacık bir ayrıntısının bile hiç maskelenmediği, azıcık olsun gerçeği saptırmadığı seyrek görülür, hem de çok seyrek.

bu işler zaten hep gizli tutulur, ta ki herkesin zaten bildiği anlaşılıncaya kadar.

15.02.2009

kargalar

ahmet haşim

kargalara karşı her sene açılan muazzam savaşın boş neticeler vermesi, hasmımızın zekâsı hakkındaki eksik bilgimizden ileri geliyor. serçe gibi zayıf bir hasımla dövüşmediğimizi bilmeliyiz. evliliği insanlardan daha iyi tatbik eden ve koku alma duyusu köpeklerden bin kere daha kuvvetli olan bu et yiyici kuş, bir sopayı bir tüfekten ayırmak hususunda en seri bir anlayış kabiliyeti gösteren sayılı kanatlı hayvanlardan biridir.

yapılan bazı tetkiklere göre karga üç sayısına kadar saymayı da biliyor: iki avcı bir adaya karga avına gitmişler. ilk tüfek patladıktan sonra tabii kargalar adadan uzaklaşmışlar. avcılardan biri adayı terk etmiş, kargalar dönmemişler ve ancak ikinci avcının da adadan çıktığını gözleriyle gördükten sonra ağaçlarına dönmüşler. üç avcıyla aynı tecrübe aynı neticeyi vermiş. fakat avcı adedi üçü geçince rakamı seçmek hususunda karga zekâsının dumanlanmaya başladığı görülmüştür.

çoğumuzdan akıllı olan bu çelikten dökülmüş zeki kuşla uğraşmak için avcı tüfeği değil, mitralyöz lazım.

14.02.2009

din

yuval noah harari

dinlerin sosyal düzeni koruma ve büyük çapta işbirliği organize etme aracı olduğu önermesi, dini en önemli ruhani yol olarak görenler için can sıkıcı olabilir.

yaşam bilimleri sadece yeterli delil bulunamadığından değil, ruh inancı evrimin temel kanunlarıyla çeliştiği için ruhun varlığından şüphe duyar. evrim teorisinin tek tanrıya inanan dindarlar arasında yarattığı nefretin nedeni işte bu çelişkidir.

hakikat yolundaki tavizsiz arayış ruhani bir yolculuktur, dini ve bilimsel kurumların sınırlarında sürdürülemez.

kurgulanmış mitlere biraz da olsa sırtınızı yaslamadan insan kitlelerini etkin bir şekilde organize etmek mümkün değildir. katışıksız gerçekliğe sadık kalarak içine hiçbir kurgu karıştırmazsanız çok az insan peşinizden gelecektir.

iki yönlü yozlaşma

memet fuat

derler ki yaşar kemal ince memed'i bir gazete patronuna götürmüş, para kazanmak amacıyla, kolay okunacak bir roman yazdığını, takma adla tefrika etmek istediğini söylemiş. sonucu öğrenmeye gittiğinde ise gazete patronu ona romanının çok güzel olduğunu bildirerek akılsızlık etmeyip kendi adıyla yayımlamasını öğütlemiş.

yetenekli sanatçıların yığınların karşısına çıkarılmaları, hem seçkin aydınları, yani mutlu azınlığı hem de -varlıklı varlıksız- sanat eğitiminden geçmemiş büyük çoğunluğu doyurmak zorunda bırakılmaları, her türlü yozlaşmayı önlemenin tek sağlıklı yoludur.

sanat alanında en verimli, en sağlıklı gelişmeler -yeni yetenekler yönlendirici baskılar altında ezilmeyecekleri için- kimsenin kimseyi beğenmediği dönemlerde görülebilir.

"güzel" örneklerle birlikte yaşayanların beğenileri olumlu yönde gelişecek; "yozlaşmış" örneklerle birlikte yaşayanların beğenileri ise olumsuz yönde gelişecektir. insanlar iyi şeylere alıştıkları gibi, kötü şeylere de alışırlar.

türk sanat müziğinin tarihsel bir müzik olduğunu, özenle korunması, yaşatılması gerektiğini, çağdaş müziğimizin yararlanacağı kaynaklar arasında önemli bir yeri bulunduğunu; ama günümüz türkiyesinde yaşayan insanların düşüncelerini, duygularını yansıtamayacağını kabul etmek gerekir.

televizyon reklamcılığının, mimarlığa ya da endüstri tasarımcılığına hiç benzemeyen bir özelliği var: geçici oluşu. bu geçiciliğini tekrar yoluyla aşmak, yaydığı sözleri tekrarlayarak belleklere yerleştirip kalıcılığa ermek ister. ama ne kadar başarılı olursa olsun, tekrarlamayı bırakınca unutulmaya yargılıdır. bazı belleklerde izleri kalsa da, etki kaynağı niteliğini yitirir.

şu dünyada insanca yaşamak da yoksa
ne kalıyor geriye yüzyıllardan (behçet necatigil)

güzellik, nerede olursa olsun güzelliktir.

türkçenin serbest nazımla yazılmış ilk şiiri, "açların gözbebekleri" (nazım hikmet) 1922 tarihini taşır. serbest nazmın güçlü bir çıkış yaparak kendini kabul ettirişi ise 1929'da "835 satır" adlı kitapla olmuştur.

iyi insan yetiştirmenin en kestirme yolu, şiirden geçer.

ben "sanat olayı" dergisi adına gelip bir konuşma yapmak isteyen genç bir insanla konuştum. güven veren bir kişiliği vardı. dürüstlüğünden bugün de kuşku duymuyorum o gencin. konuştuk, yazdık, ayıkladık, temize çektik. son gün ayrılırken, biraz çekingen, biraz tedirgin, başa attila ilhan'ın antolojiye ağır eleştiriler getiren bir yazısının konacağını söyledi. ne sakıncası olabilir! istediğini söyler attila ilhan, sorumluluğunu da taşır. kendi bileceği iş. ama dergi çıkınca gördüm ki, yıllarca önce necip fazıl'ın "büyük doğu"da yaptığı türden, düşsel bir mahkeme kurulmuş. "suçlu, ayağa kalk!" diye bir başlık, gülünç suçlamalar, birtakım saptırıcı alıntılar.. benimle yapılmış olan konuşma ise "söz savunmanın" diye sunuluyor.

diplomasi

robert musil

insanları sanat değil açlık birleştirir.

generallerin ölümle araları son derece iyidir ve yaşadıkları anın tadına onurlarıyla varabilmek için hep birkaç bin ölüye ihtiyaç duyarlar.

sarıldıklarımız asla en derinden sevdiklerimiz değildir.

diplomasi, güvenilir bir düzenin ancak yalanla, korkaklıkla, yamyamca davranmakla, kısacası, insanların o sarsılmaz aşağılık yanlarıyla kurulabileceğini savunur. diplomasi, küçültücü bir idealizmdir.

zenginlik, kişisel, yalın, yıkıma uğramadan parçalara ayrılamayan bir niteliktir.

bir niteliksiz adam hayata "hayır" demez, sadece "henüz değil" der ve henüz yaşamadığını sonrası için saklar.

tin için onun küçük şeylerle bağlantısından daha tehlikeli bir şey yoktur.

zaman treni raylarını önünde kendi döşeyen bir trendir. zaman nehri, kıyılarını beraberinde taşıyan bir nehirdir.

insan, bir hayat görkemliyse eğer o hayattan bir de iyi olmasını isteyemez.

sıradan insanlar, hayat gemilerindeki sıradışı yaşantıları onları hiç fark edemeyecekleri kadar derinlere yerleştirmeyi başarırlar.

her şeyin caiz olduğu bir zaman, her defasında içinde yaşayanları mutsuz etmiştir.

mahkeme salonları, ataların bilgeliğinin şişeler içerisinde korunduğu mahzenlere benzer. insan bu şişeleri açar ve insanoğlunun kesin bilgiye ulaşma çabasının en yüksek, en damıtılmış noktasının yetkinliğe varmazdan önce ne denli kötü tatta olduğuna ağlayası gelir; ama görünüşe bakılırsa sözü edilen nokta, kaşarlanmamışları sarhoş edebilmektedir.

13.02.2009

düello

jorge luis borges

ün, anlaşılmamanın bir türü, belki de en kötüsüdür.

başkasına iyilik yapan, her zaman için kendisine iyilik yapılanın üstünde bir yerdedir.


hepimiz, içinde bulunduğumuz koşulları dar bir açıdan değerlendirme ve komşumuzun tavuğunu kaz görme eğilimindeyizdir.


bazen olağan zaman ölçülerinin dışına taşan olaylar vardır yaşamda.


her iki kadının da birbirlerinden gerçekten hoşlandıklarını ve giriştikleri gizli düello süresince birbirlerine eksiksiz bir bağlılıkla davrandıklarını unutmamak gerek.


karanlıkta yol alan hikaye karanlıkta son bulur.


bir erkek çocuğu için eski, köhne bir ev, hele bir de alışılmadık, gölgeler içinde bir yerse (yalnızca yemek odasında ışık vardı) gezginlerin ayak bastığı yeni bir ülkeden çok daha göz kamaştırıcıdır.


bu dünyanın işleri insan denen sıradan yaratığın akıl erdiremeyeceği kadar karmaşıktır.


kitaplar da farklıdır. kurgusal ürünler akla gelebilecek bütün bağdaştıranları içeren tek bir olay örgüsünden oluşurlar. felsefi nitelik taşıyanlar, hiç şaşmaz, hem tezi hem de antitezi, bir öğretinin yanında ve karşısında olan tüm unsurları içerirler. karşı kitabını içermeyen bir kitap, eksik kalmış sayılır.

parazit

shakespeare: bu günlerin talihsizliği, delilerin körleri yönetmesidir.

galen: kahkahadan daha iyi bir ilaç yoktur.

aristoteles: insanlık, yönetmek için doğanlar ve boyun eğmek için doğanlar olmak üzere ikiye ayrılır.

platon: kölelerin kaçınılmaz bir biçimde efendilerinden nefret etme eğilimi vardır ve sadece sürekli bir gözetim hepimizi öldürmelerini engelleyebilecektir.

jose marti: dünyanın bütün şanı, şöhreti bir mısır tanesinin içine sığar.

lord byron: günümüzde artık insan üretmek makine üretmekten daha kolay.

francisco franco: zor bir iş olan ülke yönetmeyi öğrenmemiş ve bu kendisine öğretilmemiş halka, bir devleti yönetme sorumluluğunu vermek bir delilik ve kötülüktür.

brillat-savarin: yeni bir yemek insan mutluluğuna yeni keşfedilen bir yıldızdan daha çok katkı sağlar.

galen: uzun ve zahmetli yolu, kolay ve kısa patikaya tercih ederim.

fukuzama yukichi: bir ülke özgürlüğünü her türlü parazite karşı korumaktan asla korkmamalıdır, bütün dünya kendisine düşman olsa bile.

çocuklar kalıyor

alice munro

insanların para saklamak için seçtiği yerler şaşırtıcıdır. en mantıklı ve akıllı insanların bile.

insan çocukken başka yerlerde uyuduğu geceleri asla unutmaz.

eğer çok kötü bir şey yaparsan ve kimse fark etmezse daha da kötü hissedersin; cezalandırıldığında hissedeceğinden çok daha kötü hissedersin.

hasta bir insan, ölmekte olan bir insan, aklını her türlü çerçöple doldurup o çöpleri en ikna edici şekilde düzenleyebilir.

insanlar rezalet mi çıkardılar, isteyeceğin en son şey el altında bir bıçak olmasıdır.

12.02.2009

teneke trampet

günter grass

günün birinde cehennem kapımızı çalarsa, en seçkin işkencelerinden biri, insanın çırılçıplak soyulup yaşadığı günlerin çerçeveli resimleriyle bir odaya tıkılması olacaktır.

geriye kalan bir susuştur.

büyükler yaratıcı olabildikleri, çabalarıyla, hırslarıyla ve biraz da şansları yaver gidip gerçekten yaratıcı oldukları ölçüde, hemen yarattıkları nesnenin, o çığır açan buluşlarının yaratıkları olup çıkıyorlar.

annenin yerini hiçbir şeyin tutmayacağı söylenir. bir anne her şeyi fark eder, her şeyi duyar, her şeyi bağışlar.

dış bakımdan bir gelişip serpilme olmaksızın insan olarak kalabilmek ne çetin bir görev, ne çetin bir iş!

insan umduğu sürece, umut dolu bitişlerle boyuna yeniden başlayacaktır.

kendisini deniz seyredince ne kadar da güzelleşiyor insan! bakışlar özgürlüğe kavuşuyor, kanatlanıyor adeta.

mezarlıklar hep beni kendilerine çekmiştir. bakımlı olurlar, ne dedikleri açık seçik anlaşılır, aklı başında, erkeksi ve diri bir görünüşleri vardır. mezarlıklarda cesareti artar, gerekli kararları alabilecek duruma gelir insan; ancak mezarlıklarda yaşam belli bir biçime kavuşur.

sanat bir suçlamadır. bir dışavurum, bir tutkudur. sanat ak kağıtlar üzerinde dağılıp dökülen kara kalemdir.

hiçbir şey geride kalmaz, her şey çıkar gelir yine; suç, ceza ve yeniden suç!

aşk

cenap şahabettin

bir aşkın açtığı yaraya ancak yeni bir aşk merhem olabilir.

sanat gibi aşkı da estetik besler. istiyorsanız ki uzun yaşasın, aşkınızı güzel, zarif, ince şeylerle çeviriniz.

sevgilisinin karşısında zarafet ve zekâsını yitirmeyen adam, hakkı ile âşık değildir.

"kusurlarını gördüğüm için sevgim kalmadı." deme, "sevgim kalmadığı için kusurlarını görüyorum." de.

aşk, yürekten bir yaşam yaratmak ve şiir, yaşamda bir yürek yaratmaktır.

kavuşma kitabının binbir sayfası vardır. sevdiğinizle her gün bir başka yaprak açınız ki aşkınızın baharı solmasın.

önce gıda, sonra sevda. hiçbir güvercin, yemliği boşken eşini aramaz.

kadın aşkın tutsağı olmak için yaratılmıştır. sevdiği erkeğin gövdesine sarmaşık gibi sarılı yaşamadıkça tümüyle mutlu olamaz.

merkezinde güçlü bir aşk bulunmadıkça yaşamınız ne tam bir mutluluk olur ne gerçek bir facia.

yalnız seni sevenleri sevmek, sevgi değil, değiş tokuştur.

bir kadın için sevdiğini yalnız kendisinin beğenmesi yeterli değildir, başka kadınlar da beğenmeli ki sevgisi sürsün.

aşkın en büyük mucizesi, kendi varlığına hepimizi inandırmaktır.

aşkın tatları kısa, üzüntüleri uzun ömürlüdür. bir kuşkudan doğan ıstırabı bin garanti yatıştıramaz.

para ile aşk olmaz. öyledir. ama parasız aşk da sürmez.

arzu alevinde çiçek buketi gibi görünen duygular, kimi zaman kavuşmadan sonra bize ot demeti görünür.

kalbin şerefi, çarpıntısındadır. heyecan verici nedenler karşısında çarpıntısı artmayan yürek ölü sayılır.

10.02.2009

jane eyre

charlotte bronte

cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş topraklar gibi katıdır. ön yargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler.

insan yaradılışı kusurludur. en parlak yıldızların bile üzerinde lekeler vardır.

dünyada yaramaz bir çocuk kadar üzücü hiçbir manzara yoktur.

iş gördürmek için parayla tuttukları kişilerin buyruk alınca kırılıp gücenme olasılıklarını düşünmek zahmetine katlanacak pek az işveren vardır.

olağanüstü, alışılmadık durumlar için olağanüstü, alışılmadık kurallar gerekir.

en uydurma masallarda bile bir gerçek payı vardır.

bir kadının, içinde gizli, yasak bir aşkın alevlenmesine göz yumması çılgınlıktır; çünkü böyle bir aşk karşılık görmezse kendisini besleyen yüreği yiyip bitirir; karşılık görürse insanı vahşi bataklıklara sürükler ki bunlardan kurtuluş yoktur.

"cehennemin yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir."

gönlünün, canının bütün gücüyle hissettiği bir aşkı böyle bir armağanı istemeyen, değerini bilmeyecek olan birine verme.

dinleyenin merakı anlatanın diline hız verir.

bir sürgünün huzuru, bir günahkarın tövbe getirmesi hiçbir zaman başka bir insana bağlı olmamalıdır; çünkü insan denilen şey ölümlüdür.

felaket hiçbir zaman tek başına gelmez.

her insan birilerini, bir şeyleri sevmeyi gerekser.

kimi olayların daha önceden insanın içine doğması ne tuhaf şeydir! gaipten gelen belirtiler, önseziler gibi şeyler de öyle. hele bu üçünün bir araya gelişi insanoğlunun henüz çözemediği bir gizdir.

bu dünyada tam mutluluk hiçbir insana nasip olmaz.

insanoğlunun alın yazısı uğraşıp didinmek, acı çekmektir.

eski acıları anmak tatlıdır.

akılsız salt duygu gerçi pek lezzetsiz bir şerbete benzer; ama duygunun yumuşatamadığı salt akıl da insanın boğazından geçmeyecek kadar acı, kekre bir ağudur.

dünya tarihinin en iyi insanlarından birçoğu parasız, evsiz yaşamışlardır.

su damlaları sonunda bir kayayı bile eritir.

bazı kişiler yüce davalar için sağlam, dayanıklı birer temel taşıdırlar; ama ocak başında soğuk, ağır bir mermer direk kadar yersiz kaçar ve iç sıkarlar.

gururlu olmaktansa mutlu olmak benim için her zaman yeğdir.

içtenlik her zaman etkileyicidir.

bir gün gelecek, şiir ve sanat gene varlıklarını, özgürlüklerini, güçlerini duyuracaklar.

saf olmanın yasası

nikiforos vrettakos

baba ormanını arayan amaçsız, başıboş, şaşkın, yabanıl bir yaratığım.

insanın bunalımı mı bu? yüzyılın bunalımı mı? tarihin bunalımı mı yoksa? boran yeni değil. bu savaştan yirmi yıl kadar önce de şiirleri, ozanları yok etmeye başlamıştı. ben yaşamımı sürdürmeyi başarabildim. bu yaşamı yitireceğim güne dek. tek dileğim, ozanların adına sunacağım, tüm hoşgörümü, tüm sevgimi içerecek bir kitap yazmak.

nedir beni ayıran bu parlak yücelikten? gökte pırıl pırıl bir mavilik. kuş dolu bir dünya. ve ben. varım, kuşkusuz. gül renginde olduğuna inandığım meltem -güneş yeni doğmuş- bir sevinç rüzgârı gibi okşuyor yüzümü, ellerimi. yeniden açan çiçeklerle ne ilgisi olabilir insanın, bilemiyorum. aynı şey olmasa gerek. kişi, dirliğini tümüyle yitirdi mi, varoluş temel hakkı üzerinde de bir istekte bulunamayacağı doğaldır.

bu güneşi, yanımdan geçen şu insanı gördüğüm sürece varoluşumdan kuşku duyulamaz. maria'nın elleri ve bu ellerin sağladığı yardımı alan kişilerin elleri uğruna mücadele etmem, varoluşuma bağlı. kendim için, ruhum için varoluş. ve bu varlığın katıksız, içi dışı bir olabilmesi uğruna mücadele etmem gerek. doğal ki, varoluşa ters düşmem olası değil.

dar patikalara dalıyorum, küçük sık fundalar arasından geçiyorum, yürüyorum. yürümüyorum, koşuyorum sanki. bugünkü duygularımın, bilincime kazınmasına, yarın da, var olduğum sürece de silinmemesine bütün gücümle çaba gösteriyorum. nietzsche'nin deyimiyle, çevresindeki karanlığı önemsemeyen, tek bir yasayı, saf olmanın yasasını benimseyen yıldızlar gibi tıpkı.

oyuncak

jean meslier

korkunç hayalet görüntüleriyle berbat edilen, cehaletin ve korkuların sürmesinde çıkarı olan insanların kendisine yol gösterdiği insan düşüncesi nasıl ilerleyebildi? insanı, başlangıçtaki alıklık döneminde sürünmeye, ot gibi yaşamaya zorladılar. ona, alın yazısının elinde olduğu varsayılan görünmeyen kuvvetlerden başka bir şeyden söz edilmedi.

yalnızca endişeleri ve anlaşılmaz hayalleriyle uğraşan insan, hep rahiplerin oyuncağı oldu. bu rahipler, başkaları adına düşünme ve onların tutum ve davranışlarını, yani yaratılışını düzenleme hakkını kendilerinde buldular.

bundan dolayı insan, hep tecrübesiz bir çocuk, cesaretsiz bir esir, düşünmekten korkan ve ecdadının bıraktığı dehlizlerden, dolambaçlı çıkmaz yollardan kendisini asla kurtaramamış bir alık oldu ve öylece kaldı. zavallı insan, kendisini, ancak peygamberlerin efsanevi hikayeleriyle tanımış olduğu tanrılarının boyunduruğu altında inlemeye zorunlu sandı. bu peygamberler, bu rahipler, bu din babaları insanı inanç bağlarıyla sımsıkı bağladıktan sonra, onların yol göstericileri oldular. ya da onu, yeryüzünde, yol göstericileri oldukları tanrılardan daha az korkunç olmayan zorbaların mutlak saltanatına teslim ettiler.

ruhani ve maddi kuvvetin çifte boyunduruğu altında ezilen kavimler, aydınlatmak ve refah ve mutlulukları için çalışmak imkansızlıkları içinde kaldılar. din gibi, siyaset ve ahlak da, namahremlerin dahil olmasına asla izin verilmeyen, kadınlara mahsus haremler oldular. insanlar, şeriat koyanların ve rahiplerin göklerin en yüksek katından, bilinmeyen diyarlardan indirdikleri ahlaktan başka ahlak tanımadılar. insan düşüncesi, teolojik görüşler içinde şaşkınlaştı, kendisine yabancılaştı, kendi gücünden kuşkuya düştü, tecrübeye güvensizlik duydu, gerçeklerden korktu, akıl ve muhakemeyi aşağıladı. ve ruhani ya da maddi otoriteyi körü körüne izlemek için akıl ve muhakemeyi terk etti. hareketlerini düzenlemede tek yetkili olan zorbaların ve rahiplerin ellerinde insan, tümüyle bir makine oldu. hep esir gibi kullanıldı ve hemen her zaman, her yerde esirlerin ahlaki suçlarına ve karakterlerine sahip oldu.

işte ahlak bozukluğunun gerçek kaynakları. bu ahlak bozukluğuna ise din, hiçbir zaman yararsız, boş ve etkisiz engellerden başka bir şeyle karşı durmaz. cehalet ve esaret insanları kötü ve mutsuz kılmaya mahsustur. insanları köreltmeye çalışır ve doğru yoldan saptıklarında onları o yola daha çok iter. rahipler insanları aldatır; zorbalar, daha çok esirleştirmek için onları bozar. zorbalık her zaman hem ahlak bozukluğunun hem de kavimlerin bilinen felaketlerinin gerçek kaynağı olmuştur ve olacaktır. dini kavramlar ya da metafizik hayallerle gözleri kamaşmış olan bu kavimler, sefaletlerin doğal ve gözle görülebilir nedenlerine göz atacakları yerde, kötü durumlarını yaratılışlarının olgunlaşmamış olmasına ve felaketlerini tanrıların öfkesine mal ederler.

gerçekte, kendi ihmallerine, cehaletlerine, yol göstericilerinin bozuk ahlaklarına, sağduyuya uygun olmayışlarına, anlamsız alışkanlıklarına, yanlış görüşlerine, makul ve insaflı olmayan yasalarına bakacakları yerde, nur eksikliğinden doğan felaketlerinin sona ermesi için tanrı'ya yalvarırlar, kurbanlar, hediyeler sunarlar.

ruhlar zaman geçmeden doğru fikirlerle doldurulsun, insanların aklı eğitilsin, insanları adalet yönetsin; o zaman ihtiraslarına karşı ilahlardan korkulmaz, zayıf engeller koymaya gerek görülmez. iyi eğitim ve öğretim gördükleri, iyi bir hükümetle yönetildikleri, vatandaşlarına yaptıkları kötülükten dolayı cezalandırıldıkları ya da hor görüldükleri ve bunlara yaptıkları iyilikten dolayı da son derece hak ve adalete uygun olarak ödüllendirildikleri zaman, insanlar iyi olacaklardır.

batıl düşüncelerinden uzaklaştırılmadıkça insanları kötü durumlarından kurtarmak için yapılacak şeyler boşuna olacaktır. kendilerine gerçek gösterilecektir ki ve ancak bu sayededir ki, insanlar en yüce çıkarlarını ve kendilerini iyiliğe yöneltmesi gereken gerçek nedenleri öğreneceklerdir. çok zamandan beri, kavimlerin öğretmenleri gözlerini semaya diktiler. artık bakışlarını yeryüzüne indirsinler.

anlaşılmaz bir ilahiyattan, gülünç efsanelerden, çocukça tören ve protokollerden yorulan insan düşüncesi, doğal şeylerle, akıl erdirilebilecek konularla, duygularla, incelenmesi mümkün gerçeklerle, yararlı bilgilerle uğraşsın. kavimleri usandıran zulmet kuşkuları, kuruntuları artık dağılsın. aradan çok geçmeden, alın yazılarının hep sapkınlık olduğunu sanan kafalara doğru görüşlerin kendiliğinden yerleştiği görülecektir.

soylu beyefendi

eduardo galeano

atlar kişniyor, arabacılar küfrediyor, kırbaçlar havada ıslık çalıyor. soylu beyefendi öfkeye kapılmıştı. sanki asırlardan beri orada bekliyordu. arabasının önü başka bir at arabası tarafından kesilmişti ve birçok arabanın arasında boş yere geri dönmeye çalışıyordu. daha fazla sabrı kalmayınca arabadan indi, kılıcını kınından çekti ve yolunun üzerinde karşısına çıkan ilk atın karnını deşti. bu olay 1766 yılının bir cumartesi akşamüstü, des victoires'da yaşandı. soylu beyefendi marquis de sade idi.

myrna mack

eduardo galeano

2004 yılında guatemala hükümeti iktidarın cezadan muafiyeti geleneğini ilk kez çiğnedi ve myrna mack'ın ülkenin devlet başkanının emriyle katledilmiş olduğunu resmen kabul etti. myrna yasak bir araştırmaya girişmişti. askeri katliamlardan kurtulduktan sonra kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşayan yerlilerin izini bulmak için ormanlara ve dağlara dalmıştı. ve onların seslerini kaydetmişti.

1989'daki bir toplumsal bilimler kongresinde, birleşik devletler'den bir antropolog sürekli bir şeyler üretmeleri konusunda üniversitelerin yaptığı baskıdan şikâyet ediyordu: "benim ülkemde" demişti, "eğer yayınlamazsan ölürsün."

myrna'nın buna yanıtı şöyle oldu: "benim ülkemde, eğer yayınlarsan ölürsün."

myrna yayınladı. bıçak darbeleriyle onu öldürdüler.

9.02.2009

la misere

jack london

doğu yakası'nın tek güzel manzarası, laternacı çalarken onun etrafında dans eden çocuklardır. ne ilginçtir bu yeni doğmuşları, bir sonraki nesli ayaklarını yere vurup sallanırken izlemek. küçük sevimli taklitleri, latif buluşları tamamen kendilerine özgüdür. kasları çabuk ve rahat hareket eder, gövdeleri hafiflik içinde sıçrar, dans okullarında asla öğretilmeyen ritimleri dokurlar.

bu çocuklarla şurada, burada, her yerde konuştum. her seferinde onların da diğer çocuklar kadar zeki, hatta bazı bakımlardan daha zeki olduklarını görüp etkilendim. son derece etkin, küçük bir muhayyileleri var. macera ve fantezi dünyasına geçiverme kapasiteleri olağanüstü. damarlarında fıkır fıkır hayat kaynıyor. müzikten, hareketten, renklerden büyük haz duyuyorlar. kirin, pasağın ve giydikleri paçavraların altından, çehrelerinin ve bedenlerinin güzelliğini ele veriyorlar sık sık. fakat fareli köyün kavalcısı, tüm çocukları alıp götürüyor. kayboluyorlar. bir daha hiç kimse ne onları ne de onlara ait bir şeyi görebiliyor.

yetişkinlerin neslinde beyhude yere ararsınız çocukları. bulacağınız tek şey güdük kalmış vücutlar, çirkin suratlar, küt ve duyarsız zihinlerdir. zarafetten, güzellikten, hayal gücünden, zihnin ve bedenin direncinden eser kalmamıştır. lakin bazen bir kadın görürsünüz, ille yaşlı olması da gerekmez; fakat çarpılıp bozulmuş, kadınlığa dair ne varsa kaybetmiştir. sarhoş, şiş göbekli haliyle kirli eteklerini yukarı çekip, kaldırımın üzerinde garip, hantal bacak hareketleri yapar. onun bir zamanlar laternacının etrafında dans eden çocuklardan biri olduğunu anlarsınız. çocukluğun vaat ettiği şeylerden geriye sadece bu garip, hantal bacak hareketleri kalmıştır. beyninin dumanlı oyuklarında, bir kız çocuğu olduğu zamanların hatırası belirir. bir kalabalık toplaşır. küçük kızlar yanı başında, etrafında, onun hayal meyal hatırladığı bir zarafetle dans etmeye başlarlar; ama kadının hareketleri bunların gülünç bir taklidi olmaktan öteye geçemez. sonra soluğu kesilir kadının, gücü tükenir; sendeleyerek çemberin dışına çıkar. küçük kızlar dans etmeye devam etmektedir oysa.

durumu profesör huxley özetlesin: "şu ya da bu ülkenin büyük sanayi merkezlerindeki nüfusa aşina olanlar bilirler ki, bu büyük ve giderek çoğalan nüfusun içinde, fransızların 'la misère' dediği, ingilizcede eşdeğerinin bulunmadığını sandığım durum hüküm sürer. bu öyle bir durumdur ki, vücudun normal işlevlerini yerine getirmesi için lazım olan besin, ısınma ve giyim kuşam ihtiyacı karşılanamaz. erkekler, kadınlar, çocuklar edebin ortadan kalktığı ve en basit sağlık koşullarını elde etmenin imkânsız olduğu deliklere tıkıştırılır. buralarda sadece vahşilik ve sarhoşluk düzeyindeki hazlara erişmek mümkündür. acılar katlanarak açlık, hastalık, yetersiz gelişim ve ahlâki çöküntü şeklinde birikir. düzenli olarak, namusluca çalışmak isterken açlıkla boğuşarak geçirdiğiniz hayat, bir yoksullar mezarlığında sonlanır."

bu koşullarda, çocukların istikbali umutsuzdur. sinekler gibi ölüp giderler. ölmeyenler de hayatta kalmalarını, üstün dayanma güçlerine ve çevrelerindeki alçalmışlığa uyum sağlama kapasitelerine borçludurlar. ev hayatları yoktur. yaşadıkları deliklerde, inlerde her tür müstehcenliğe, edepsizliğe maruz kalırlar. zihinleri bozulurken, bedenleri de sağlık koşullarının kötülüğünden, aşırı kalabalıktan ve besinsizlikten ötürü bozulur. anneyle baba üç dört çocukla aynı odada yaşıyorsa, çocuklar sıçanları uyuyanlardan uzak tutmak için sırayla nöbet tutuyorlarsa, bu çocuklar asla yeterince yiyecek bulamayıp her tarafı sarmış haşeratın ısırıkları yüzünden sefil, güçsüz duruma düşüyorlarsa, hayatta kalanların nasıl erkekler ve kadınlar olacağını tahayyül etmek zor değildir.

umutsuzluk ve sefalet başlarındadır doğumdan beri; çirkin küfürler, daha çirkin gülüşlerdir, onların ilk ninnileri.

şehir sakinlerinin dörtte biri, onları fiziksel ve ruhsal olarak tüketen bir yoksulluğa mahkumdur. aynı dörtte bir yeterince yiyecek bulamamakta, sert bir iklimde yaşarken gereğince giyinememekte, barınamamakta, ısınamamakta, temizlik ve edep bakımından onları vahşilerden daha aşağı seviyeye çeken ahlaki bir bozulmaya uğramaktadır.

8.02.2009

doğu ile batı

muzaffer tayyip uslu

son yıllarda sanat dünyamızda başgösteren yenilikleri muasırlaşmanın bir sosyal neticesi olarak ele almak istemeyenler, başlarından fesi çıkarırken kafalarının içinden şarkın küflenmiş düşüncelerini atamayan kimselerdir. onlar inkılabın her şeyden evvel bir dünya görüşü meselesi olduğunu idrak edemeyecek kadar zavallıdırlar.

bir an düşünelim: niçin şarktan garba döndük? bu suale verilecek cevap gayet basittir: çünkü garp şarktan üstündü.

tetkikler bize göstermiştir ki garbın bu üstünlüğü realist oluşundan ileri geliyor. hemen haber verelim ki burada realizm kelimesinden 19. asırda pozitivizmin edebiyata tesiriyle ortaya çıkan edebi ekolü değil, rönesans'tan sonra bütün avrupa'ya kök salan ve tabiatı bütün unsurlarıyla ele alan, insana değer veren dünya görüşünü anlıyoruz.

hegel der ki: şark zekası terkipçi, garp zekası tahlilcidir. tahlilci zeka garbı realizme, terkipçi zeka da şarkı romantizme götürmüştür. şu halde şöyle diyebiliriz: muasırlaşmak, romantiklikten kurtulup realist dünya görüşüne sahip olmakla mümkündür.

mistik bir dünya görüşüne varan şarkın insanı ihmal ederek mukadderatın eline teslim edeceği iki kere ikinin dört ettiği kadar basit bir hakikatti.

eğer edebiyatımız bugün cihan ölçüsünde değerlere sahip değilse, bütün suç kapılarını sımsıkı insana kilitlemesindedir. sadri ertem diyor ki:

"ne divan edebiyatçıları ne de tanzimat edebiyatının devamı olan mektep mensupları insanı tabiatta olduğu gibi gördüler. insan yerine kendi hülyalarını ve kendi tasavvurlarını seyrettiler."

insanı tabiatta olduğu gibi görmek, az evvel bahsettiğimiz realizmden başka bir şey değildir.

yaşamak güzel şey be kardeşim

nazım hikmet

cıgara dilenciliği, dilenciliklerin en kepazesidir.

dünya güzel. dünya güzel ne demek? dünyanın nesi güzel? insanların yüzde kaçı için dünya güzel? insanların kocaman çoğunluğu. "dünya güzel mi, değil mi?" diye düşünmüyor bile, bu dünyada haksızlık yokmuş, açlık yokmuş, zulüm yokmuş, ölüm yokmuş gibi; haksızlığın, açlığın, zulmün ölümün içinde yaşıyor. haksızlığa, zulme, ölüme karşı yüzde kaçı savaşıyor insanların? biz savaşıyoruz işte. ihtilaller yapan, barikatlar kuran yığınlar savaşıyor.

karl marx: tarih sınıfların savaşıdır.

kadınların yakışıklı bulduğu erkekleri, erkekler yakışıklı bulmaz; erkeklerin güzel bulduğu kadını, kadınlar güzel saymaz.

yalanı yalnız düşmana söyleyeceksin, karıya bile, pohpohlamak için de olsa, yalan söyleyen, erkek değildir.

sevdayım tepeden tırnağa
sevda: görmek, düşünmek, anlamak
sevda: doğan çocuk, yürüyen aydınlık
sevda: salıncak kurmak yıldızlara
sevda: dökmek çeliği kan ter içinde
emekçiyim
sevdayım tepeden tırnağa