26.01.2009

beatrice'ten sonra birinci yüzyıl

amin maalouf

daha ileri gitmeyi beceremeyenler, varacakları yere ulaştıklarını söylerler.

vatanımız olan dünya ve ulusumuz olan insanlık, küçük ve aşağılık hesaplar yüzünden, eskimiş geleneklerle kokuşmuş bir bilimin bir araya gelmesi yüzünden, tarihin en karışık dönemini yaşayacaktır ve tanrının gönderdiği afet gibi bir mazerete sığınamayacaktır.

insanı, kendi üzüntüsü kadar yenilgiye uğratan bir başka şey yoktur.

değersiz olan ile olağanüstü olanı aynı yatay kağıdın üzerine geçirmek, yazının hünerlerinden biri değil mi? bir kitapta her şey kurumuş mürekkebin önemsenmeyecek kalınlığına bürünür.

şayet gelecekte, erkekler ile kadınlar, kolay bir yolla çocuklarının cinsiyetini tayin edebilirlerse, bazı uluslar sadece erkekleri seçer. böylece üremez olurlar, kaybolup giderler. bugün toplumsal bir kusur olan erkeğe tapınma düşüncesi, o zaman toplu bir intihara dönüşür. bilimin ilerleyişi ve zihniyetlerin durağanlığı göz önünde tutulursa, böyle bir varsayım yakın bir gelecekte gerçekleşmiş olacaktır.

mizah yazısı kelebek gibidir, yeğni ve havai olması doğaldır.

günümüz dünyasına bir bakın. kesinlikle ikiye ayrılmış durumda. bir yanda, istikrarlı nüfusa sahip, her gün biraz daha zenginleşen, her gün daha demokratikleşen, teknik ilerlemeleri neredeyse her gün artan, ortalama insan ömrünün sürekli yükseldiği, tarihte bugüne dek görülmemiş biçimde barışın, özgürlüğün, refahın, ilerlemenin altın çağını yaşayan topluluklar var. öte yanda, giderek kalabalıklaşan ama her zaman daha fazla yoksullaşan toplumlar, gittikçe genişleyen ama dışarıdan beslenen metropoller, birbiri ardından kaosa sürüklenen devletler var.

dünya, kırılması zor bir cevizdir.

kamuoyunu uyuyan iri bir insan gibi düşünmeli. ara sıra sarsılarak uyandığında, bunu fırsat bilerek, ona bir düşünce fısıldamaya çalışmalı; ama en basit, en belirgin düşünceyi; çünkü kamuoyu daha o an gerinir, arkasını döner, esner, tekrar uykuya dalar ve sense onu ne engelleyebilir ne de uyandırabilirsin. o zaman, yatağı sarsılsın diye beklemeye başlarsın.

nefret, sonsuza kadar basit bir gerçek olarak kalmaz. günün birinde, herhangi bir bahaneyle patlak verir ve yüz yıldır, bin yıldır, iki bin yıldır, hiçbir şeyin unutulmadığı anlaşılır, ne bir şamarın, ne de bir korkunun. nefret söz konusu olduğunda, bellek zamanın içinden geçerek, her şeyle beslenir, kimi zaman sevgiyle bile.

tarih boyunca pek az öğreti, nefreti söküp atabilmiştir, çoğu nefrete hedef saptırmada bulmuştur çareyi. nefreti zındığa, yabancıya, dönmeye, efendiye, köleye, babaya yöneltmiştir. tabii nefretin adı, başkalarında görüldüğünde nefrettir de kendimizde duyumsadığımızda, bin türlü adı vardır.

yazarlar gibi konuşmacılar da, cümlenin kopup gittiği anı, bir uyanıştan diğerine geçercesine kavrayıverirler bazen. bir heyecan, bir değişimdir o. insan artık konuşmuyordur sanki, kendini bırakır ve kulak verir sözlerine. yazı yazmıyordur artık, sadece elini, yani koyulduğu yola aldırmayan o binek hayvanını besliyordur, kendisine ihanet etmemesi için.

tek kelimeyle, toplumsal bir yaratık değilim, hiç olmadım. yarın diye düşünüyordum, sakalıma bürünmüş olarak her zaman olmak istediğim adam olacağım yeniden: minicik hayvancıkların büyüsüne kapılmış, büyük hayvanlara bütünüyle ilgisiz, düşünen bir yürüyüşçü.

meraklı bir parmağı arı sokması, saldırıya uğrayan kovanın içindeki kızgınlık hakkında doğru bir fikir verebilir mi?

büyük felaketler için bu böyledir, sinsi acılar için de. doğmazlar, ilan edilirler. savaşlar da öyle.

insan topluluklarında ve bireylerde, saldırıyı simgeleyen bir erkek ilke ile, devamlılığı simgeleyen bir dişi ilke vardır. bazı insanlar, aşırı derecede erkek hormonuna ya da aşırı sayıda erkek kromozomuna sahiptir; bu insanlar çok zeki olabilirler ama belirtildiğine göre zekaları, aşırı saldırganlığa veya sıklıkla suça yönelebilir; mahkeme kayıtlarında bu türden adamlara çok rastlanır. clarence ile béatrice'in sordukları şuydu: şu anda evrensel çapta böyle bir durumla karşı karşıya değil miyiz? hiçbir ahlaki değere sahip olmayan birkaç bilgin yüzünden, ayrıca hiç kimsenin öngöremediği şu "yatay çatlak" yüzünden topluluklar, etnik gruplar, uluslar ve belki de bütün insanlık muazzam bir denge bozukluğu içinde değil mi?

korku, canavar doğurur.

gerilemeyi önceden haber vermeye kim cesaret edebilirdi? gerileme üzücü, gülünç, kalıtımsal, tutarsız bir düşünce. tarihe, düz bir arazide akan, engebeli topraklarda seken, kimi yerlerde çağlayanlara bağlanan bir nehir gibi bakmakta inat ediyoruz. ama ya yatağı önceden kazılmamışsa? ya denize ulaşamayıp çölde kayboluyor, kıpırtısız bataklıklar yapbozunda yitip gidiyorsa?

her şeyi göz önünde bulundurursak hayat, benim kurduğum iskeleleri bütünüyle yıkmadı. sadece biraz yerinden oynattı, hayatın devamını sağlayacak kadar.

aşk ilişkilerinde gidiş hazırlığı yapılmaz.

denize bir şişe atılırsa, birinin onu bulması istenir; ama yanıbaşında yüzülmez.

eskiden horgörücü bir ırkçılıkla karşı karşıyaydık; bugün saygılı bir ırkçılıkla karşı karşıyayız. özlemlerimize ilgisiz, ataletimize karşı müşfik. yaşamın en berbat hali, sakatlığın en aşağılayıcısı "kültürel miras" diye adlandırılıyor. herkes kendi yüzyılında yaşıyor.