31.07.2008

uzun lafın kısası

marquis de sade: 
çok erken yaşta aştım din safsatasını.


balzac: insan hep aynı: biricik yasası yine güç, biricik bilgeliği yine başarı.

guy debord: modern üretim koşullarının hakim olduğu toplumların tüm yaşamı gösterilerin uçsuz bucaksız birikimi olarak görünür. dolaysızca yaşanmış olan her şey, yerini bir temsile bırakarak uzaklaşır.

j.j. rousseau: insan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.

stefan zweig: kendini hiçbir dogmaya adamayan ve hiçbir taraftan yana olmayan özgür ve bağımsız düşünüre, yeryüzünün hiçbir yerinde vatan yoktur.

juan goytisolo: yalanın en büyük düşmanı gerçek değildir, bir başka yalandır.

john custance: cinsel dürtüler günahkar değildirler; hatta aslında yaşamın kutsal kaynağıdırlar.

gandhi: yaratma gücüne sahip olmayan, yıkma hakkına da sahip değildir.

karl popper: medeniyetimizin ayakta kalmasını istiyorsak büyük adamların önünde eğilmeyi bırakmalıyız.

francesco di marco datini: yer ve deniz hırsızlarla dolu ve insanlığın büyük kısmı kötülüğe meyillidir.

30.07.2008

umut

stefan zweig

korkunç bir biçimde iyileşmesi olanaksız denilmiş bir hastaya umudun zerresini gösterirseniz, ne yazık ki bundan bir kiriş, kirişten de bir ev inşa eder. bu gibi hayal şatoları hastalar için çok sağlıksızdır; doktor olarak benim görevim, yanlış umutlar iyice yerleşmeden bu hayal şatolarını yerle bir etmektir. bir doktor olarak ben, olayın başından çok seyrini ve sonucunu düşünmekle sorumluyum. bu tür delicesine bir umudun ardından gelecek çöküşü de hesaba katmak zorundayım. üstelik bu çöküş kaçınılmaz, evet kesinlikle kaçınılmaz! bir doktor olarak satranç oyuncusu, sabır oyuncusu olarak kalabilirim; ama yıkıcı olamam, özellikle de bedelini karşımdaki ödemek zorunda kalacaksa..

29.07.2008

sonbahar

ahmet haşim



bir taraf bahçe, bir taraf dere
gel uzan sevgilim benimle yere
suyu yakuta döndüren bu hazan
bizi gark eyliyor düşüncelere

28.07.2008

güzel havalar

orhan veli kanık


beni bu güzel havalar mahvetti
böyle havada istifa ettim
evkaftaki memuriyetimden
tütüne böyle havada alıştım
böyle havada aşık oldum
eve ekmek ve tuz götürmeyi
böyle havalarda unuttum
şiir yazma hastalığım
hep böyle havalarda nüksetti
beni bu güzel havalar mahvetti

25.07.2008

soğuk füzyon

david b. resnik

farklı ülkelerden çok sayıda medya mensubu, 23 mart 1989'da bir basın konferansı düzenleyen ve birer elektrokimyacı olan utah üniversitesi kimya bölümü başkanı stanley pons ve southampton üniversitesi profesörü martin fleischmann hakkında tüm dünyada yankılar uyandıran bir haber yayımladılar. bu haberde, adı geçen iki kişinin oda sıcaklığında soğuk füzyon olayını gerçekleştirmeyi başardıkları açıklanıyordu. iddialara göre bu bilim adamları lise öğrencilerinin dahi kullanabileceği basit araçlarla soğuk füzyonu gerçekleştirebilmişlerdi. basın bültenleri detaylara yer vermiyor, bu deneylerin tekrar nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda hiçbir teknik bilgi içermiyordu. füzyonla ilgilenen bilim adamlarının ve fizikçilerin çoğu pons ve fleischmann'ın iddialarına şüpheyle baktılar; fakat medya o kadar şüpheci davranmadı. gazeteciler harika keşfi kucakladılar; ancak soğuk füzyon haberleri pek çok beklentiyi de beraberinde getirdi.

güçlü deneylerle desteklenen standart nükleer füzyon teorilerine göre, füzyon ancak çok yüksek basınç ve sıcaklıklarda gerçekleşir; bu koşulların gerçekleşebildiği yerler ise genellikle yıldızlardır. bu olağanüstü koşulları laboratuvar ortamında gerçekleştirmeyi hedefleyen geleneksel "sıcak" füzyon araştırması son 10 yılda yavaş fakat istikrarlı bir gelişme gösterdiyse de, sıcak füzyon teknolojilerinin 21. yüzyıldan önce kullanılabilir duruma gelmesi mümkün görünmüyor. pons ve fleischmann'ın deneyi çok sağlam dayanakları olduğu varsayılan füzyon teorisiyle çelişiyordu; çünkü füzyonun normal sıcaklık ve basınçlarda gerçekleşebileceğini iddia ediyorlardı.

deney, ağır su (d2o)'daki lityumdeuteroksit (liod) solüsyonunda bulunan iki palladyum elektroduyla yapılıyordu. pons ve fleischmann, iki elektron arasından bir elektrik akımı geçtiğinde, bu akımın ağır suyu deuterium gazına (d2) ve oksijen gazına (o2) ayrıştırdığını, ayrıca büyük miktarda deuteriumu (d) negatif yüklü bir elektroda (katot) doğru ittiğini iddia ediyordu. katodun benzersiz yapısının deuterium atomlarının sıkıca bir araya gelerek tritiumla (t) kaynaşmasına olanak verdiğini ve bu işlemin sonunda ortaya ısı ve nötronlar çıktığını söylüyorlardı. pons ve fleischmann deneyde, sıradan kimyasal araçlarla üretilemeyecek çok yüksek bir ısının ortaya çıktığını, ayrıca az miktarda tritium ve nötron da gözlemlediklerini ifade ettiler.

bu tuhaf deneyler hakkında bilgi edinir edinmez, dünyanın çeşitli yerlerindeki laboratuvarlar bu deneyleri tekrarlama girişiminde bulundular. pek çok laboratuvar pons ve fleischmann'ınkileriyle çelişen sonuçlar elde etti; bazılarıın sonuçları soğuk füzyonu destekliyor, bazıları ise soğuk füzyon lehindeveya aleyhinde kesin bir sonuç belirtmiyordu. pek çok bilim adamı deneyi anlamakta bile zorluk çektiler; çünkü pons ve fleischmann deneyin detaylarını yeterince açıklamamıştı. çelişkili sonuçlar veren veya sonuçsuz deneylerle geçen birkaç yılın ardından, füzyonla ilgilenen çoğu bilim adamı, pons ve fleischmann'ın araştırmasının dikkatsizlikten ileri gelen hatalarla dolu olduğunu, özensizce gerçekleştirildiğini ve bu iki bilim adamının deneyin doğruluğuna şiddetle inanmak istedikleri için kendi kendilerini kandırdıklarını iddia etti. pons ve fleischmann füzyon gerçekleştirdiklerine inanmışlardı ama belki de gerçekleştirdikleri olay sadece sıradan bir elektrokimyasal tepkimelerin yanlış yorumlanması veya yanlış anlaşılmasından ibaretti.

eğer pons ve fleischmann deneylerini detaylarıyla anlatmış olsalardı, gerçekten bir soğuk füzyondan mı söz edilip edilmediğini anlayabilirdik. iki bilim adamının da açık davranmamaları mali çıkarları açısından gerekliydi: eğer başkaları da deneyleri tekrarlayabilselerdi, o zaman bu iki şahıs -ve tabi utah üniversitesi- soğuk füzyon için patent alma şanslarını kaybedeceklerdi. soğuk füzyon yeni bir güç kaynağı olduğu için, başarılı olursa, patenti alanları zengin edecekti. fakat, bir icat mükemmel duruma getirilmeden veya nasıl çalıştığı tam olarak anlatılmadan, sahibine patent alma hakkı verilemez.

para, başka yönlerden de bu olayda hayli önemli role sahipti. birinci konu şu: basın konferansının öncesinde ve sonrasında, pons ve fleischmann'ın çalışmasına bir sır perdesi inmişti. bu iki bilim adamı diğer füzyon araştırmacılarından kendilerini soyutladılar. soğuk füzyon üzerine uzmanların görüşlerini almadan, buluşlarını halka açıkladılar. utah üniversitesi'nden olmayan pek çok fizikçi, basın açıklamasından önce araştırmadan haberdar bile değildi. pons, fleischmann ve diğer utah üniversitesi görevlileri, araştırmanın patentini alabilmek için gizliliği gerekli gördüler. ikincisi, pons ve fleischmann sonuçlarını bilimsel bir toplantıda açıklamak yerine, bir basın konferansında ortaya koymayı tercih ettiler; çünkü patenti garantilemek ve saygınlık kazanmak onlar için her şeyden önemliydi. halka yapılan açıklama, bilimsel eleştirinin önüne geçti ve araştırmanın diğer bilim adamları tarafından dikkatlice incelenmeden kamuoyuna aktarılmasına neden oldu.

olay pek çok etik soruyu da beraberinde getiriyor. pons ve fleischmann sonuçlarını bir basın konferansı yoluyla mı açıklamalıydılar? diğer bilim adamlarıyla daha yakın bir ilişki içinde mi çalışmalıydılar? deneyleri için daha detaylı bir açıklama mı getirmeliydiler? pons ve fleischmann -ve utah üniversitesi'ndeki diğer görevliler- para ve prestij yerine özene ve gerçeğe mi önem vermeliydiler? soğuk füzyon kendini kandırmadan ibaret sahte bir olay mıydı ve daha iyi bir araştırma gerektiriyor muydu? bu araştırmadaki dikkatsizlik, bilimsel ihmalle aynı şey miydi?

24.07.2008

andaval

reşat nuri güntekin

bir zamanlar kayseri'den niğde'ye üç arayatı ile gidilir ve yol gecelerinden biri andaval'da geçirilirmiş. andaval ahalisi hanedan kişilermiş; kasabalarına uğrayan yolcuları iyi karşılarlar ve onlara son derece ikram ederlermiş.

kayserililer, bu vaziyetten istifadeyi düşünmüşler. bu misafirperver memlekete uğradıkça yolda hastalandıklarını söyleyerek, yahut havanın fenalığını bahane ederek günlerce kendilerini besletmeye ve -ekmek elden, su gölden- bir nevi kür yapmaya başlamışlar.

derken bu hileyi niğdeliler de öğrenmişler. onlar da kayseri'ye giderken andaval'a uğramayı ve uzunca bir zaman oraya postu sermeyi adet etmişler. bir gün gelmiş ki zavallı andaval, anadolu ortasında bir büyük imarethaneye dönmüş. nihayet adamcağızlar bakmışlar ki olacak gibi değil. büyükada'da misafir akınından kaçan ev sahipleri gibi tası tarağı toplamışlar, civardaki dağlara kaçmışlar. eski asil ve mamur andaval da o gün bugün kuş uçmaz, kervan geçmez bir virane halini almış.

demek ki birçok insanlar gibi zavallı andaval ahalisi de sırf iyilik etmeyi sever asil ve yumuşak yüzlü insanlar oldukları için andavallı diye şöhret almışlar.

23.07.2008

tom sawyer

mark twain

bilgi her şeyden değerlidir.

insan bir şeyi elde edemezse onu ister. eğer bir kişinin bir şeyi yapması gerekiyorsa bu iştir. eğer yapmaya gerek duymuyorsa bu iş değildir. bir arabayı sırf kendiniz için sürmek zevk, başkası için sürmekse iştir.

kimi insanlar aptal olduklarını hem bilmez hem de kendilerini akıllı sanırlar.

şehrin örnek bir çocuğu sayılmazdı, böyle olmaya da pek istekli değildi. yeni bir ıslık biçimi öğrenmişti. kuş gibi ses çıkaran özel bir yöntemdi bu. dille damak arasında cıvıl cıvıl bir ses çıkıyor ve özel yeteneği tom'a mutluluk ve gurur veriyordu. çocukluğunda bunları yapan herkes bu emsalsiz keyfi yaşamıştır. tom tekrar şakrarken iyi giyimli, kendi yaşında bir çocukla karşılaştı. son moda bir şapkası, iyi bir terzi elinden çıktığı belli olan mavi elbisesi, bol renkli bir kravatı ve pırıl pırıl cilalı ayakkabıları vardı. bu içinde bulundukları saint petersburg'a göre ancak özel bir günün giysileriydi ve tom kendi pasaklı üstü başıyla çok farklı bu durum için bayağı bozulmuştu.

22.07.2008

cumhuriyet

vedat türkali

dünya politikası gündeminin baş maddesini oluşturan ispanya iç savaşı, antifaşist bilinç vermeye çalışanların karşısına faşistleri, faşist eğilimlileri dikmişti bizde de. tutarlı antifaşist politik çizgi izleyen tek günlük gazete tan'dı. tüm ötekiler, sırası geldi mi tan'a dişlerini gösteriyorlardı ya, "tutarlı" faşist çizgide yürüyen tek büyük gazete de cumhuriyet'ti.

faşist ideolojinin ülkemizde mayalanmasında en etkin olmuş yayın kurumu cumhuriyet'tir. tek parti döneminde, sol da sağ da düşüncelerine, önerilerine kemalist iktidar partisinin altı okunu kendi anlayışlarına uygun biçimde yorumlayarak, etkinlik, yasallık kazandırma yarışındaydılar.

cumhuriyet, neredeyse "yarı resmi!" sayılacak biçimde iktidara yakın görülen gazeteydi. milliyetçi-devletçiliğin faşistçe yorumuna uygun ideolojik tutumuyla sivil-asker bürokratları, yarım aydın kalabalığını sürekli etki altında tuttu. savaş yıllarında, özellikle fransa yıkılıp almanlar, en kanlı biçimde balkanlar'a, sovyetler birliği'ne saldırdıklarında, nadir nadi'si, peyami safa'sı, abidin daver'i, hüsnü emir erkilet'i ile tam nazi almanya yanlısı yayın aygıtına dönüştü.

gazete sahibi yunus nadi'nin çok öncelerden, almanlardan parasal çıkar sağladığı konusunda öteden beri var olan söylentileri belgeleyen yeni bulgulardan da söz ediliyor bugün güven'de. bütün gençlik heyecanımızla içinde acılarım yaşadığımız o günler anlatılırken, faşist cumhuriyet'te çıkmış tarihli, imzalı yazılardan, belge niteliğinde örnekler de göstermemize karşın, cumhuriyet'in kalıtıyla övünen bugünkü kemalist "sosyalist", "devrimci" -hanedan dışı- şehzadesi bizi yalancılıkla suçluyormuş! ar damarı çatlamadan böyle bir suçlamaya nasıl kalkışabilir insan? ne diyeyim? allah layığını versin!

asıl sorun kanımca, yıllar öncesi olup bitmişlerin yadsınması değil, pembeli, karalı kâğıtlarla kaplanmış bugünkü kafalarının karanlığında aynı kara tepeden bakışlarının sinsice saklanmakta oluşudur.

21.07.2008

tarihten notlar

leyla erbil

1980'de başımıza çöreklenen askerlerin dayattığı 1982 anayasa oylamasından istanbul'dan sadece 275.000 mavi (ret) oy çıkmıştı. bu sayı o görkemli işçi bayramı (1977) kutlamasına gelen taksim alanındaki insanlarımızın sayısını bile bulmuyor.

1925'teki takrir-i sükun kanunu sadece isyanları değil solu da temizliyor. daha da öncesi var: yükselen işçi hareketlerini ve yayılan sol hareketi denetime alabilmek amacıyla kurdurulan resmi komünist fırkası, mustafa suphi ve 15 arkadaşının öldürülmesi, "türkiye halk iştirakiyyun partisi"nin kapatılması, 1922'de 300 komünist ve sendika yöneticisinin tutuklanması, milletler arası işçi birliği'nin kapatılması, şefik hüsnü'nün, nazım hikmet'in, sadrettin celal'in, giderek yüzlerce, binlerce, on binlerce insanımızın başına gelenler.

bence mustafa kemal'in tamamlamak fırsatını bulamadığı, bulsaydı çok daha olumlu bir yerlere götürebileceği proje tam da karşıta, bağnazlığa, orta çağ kuyusunun dibine düştü. gördüğüm kadarıyla bu kafalar iktidarı bütünüyle ele geçirirlerse, bir süre sonra aynı insanlar (bu yeni ümmet) kendilerini bu kez de şeriatın boyunduruğundan kurtaracak zorlu savaşlar vermek zorunda kalacaklar. bunun sadece türkiye'de değil, tüm dünyada da yaşanacağından kaygı duyuyorum.

junk

william s. burroughs

hastalıktan 45 yaşımda, sakin ve aklım başımda ve hastalığı atlatan herkeste görüldüğü üzere bozuk karaciğer ve ödünç alınmış bir bedendeymiş görüntüsü taşımak dışında gayet sağlıklı uyandım.. hastalıktan kurtulanların çoğu hezeyanları ayrıntısıyla hatırlamaz. görünüşe göre, hastalık ve hezeyan konusunda ayrıntılı notlar tutmuştum. bugün "çıplak şölen" adı altında yayımlanmış bu notları yazdığıma dair kesin anılara sahip değilim. başlığı jack kerouac önermişti. kısa süre önce iyileşene kadar anlamını kavrayamamıştım. başlık, tümüyle kelimelerin dediği şey: çıplak şölen. çatalın ucundakini herkesin gördüğü donakalmış bir an.

hastalık dediğim, uyuşturucu bağımlılığı; 15 yıl boyunca bağımlıydım. bağımlı derken junk (afyon ve/veya demerol'den palfium'a kadar tüm sentetikler dahil türevlerine verilen genel ad) bağımlılığını kastediyorum. junk'ı birçok şekliyle kullandım: morfin, eroin, dilaudid, eukodal, pantopon, diocodid, diosane, afyon, demerol, dolophine, palfium.. junk'ı tüttürdüm, yedim, burnuma çektim, damara -deri altına- kasa zerk ettim, rektal fitillerle aldım. iğnenin önemi yoktur. ister burnunuza çekin, ister yiyin, ister kıçınıza sokun, sonuç aynıdır: bağımlılık. uyuşturucu bağımlılığından bahsederken keyif, marihuana ve herhangi bir haşhaş preparatını, meskalini, banisteriopsis caapi'yi, lsd6'yı, kutsal mantarları ya da halüsinojen (sanrı yaratan) grubundaki diğer uyuşturucuları kastetmiyorum. halüsinojen kullanımının bedensel bağımlılığa yol açtığını gösteren bir kanıt yoktur. bu uyuşturucuların yaptığı, junk'ın yaptığının fizyolojik açıdan zıddıdır. bu iki uyuşturucu sınıfının karıştırılması abd ve diğer narkotik bölümlerinin abartılı heyecanından kaynaklanmaktadır.

15 yıllık bağımlılığım boyunca junk virüsünün nasıl iş gördüğünü tam anlamıyla gördüm. her katının bir altındakini yediği junk piramidini (junk kaymak tabakasının her daim şişko, sokaktaki bağımlının daima zayıf olması tesadüf değildir) ta tepesine veya dünya halklarından beslenen bir sürü junk piramidi bulunduğundan tepelerine kadar gördüm. bu piramitlerin hepsi tekelciliğin temel ilkeleri üstüne inşa edilmiştir:

1. asla karşılıksız bir şey verme.
2. asla vermen gerekenden fazla verme (alıcıyı daima aç yakala ve daima beklet)
3. alabiliyorsan daima her şeyi geri al.

satıcı daima hepsini geri alır. bağımlı, insan kılığında kalabilmek, maymunu savuşturmak için gittikçe daha fazla junk gereksinir.

junk, tekel ve mülkiyetin "kalıbıdır". junk bacakları junk'a atılmak için junk tahtasının ucuna sürüklerken bağımlı öylece bakar. junk niceldir ve tamı tamına ölçülebilir. ne kadar junk kullanırsanız o kadar azına sahip olursunuz ve sahip oldukça daha fazla kullanırsınız. halüsinojen uyuşturucuların hepsi, kullananları tarafından kutsal bilinir -peyote kültleri, banisteriopsi kültleri, haşhaş kültleri ve mantar kültleri vardır.. "meksika'nın kutsal mantarları insana tanrı'yı gösterir."- ama bugüne dek junk kutsaldır diyen çıkmamıştır. afyon kültü diye bir şey yoktur. afyon, para gibi nicel ve dinsizdir. bir keresinde hindistan'da bağımlılık yapmayan iyicil bir junk bulunduğundan bahsedildiğini duymuştum. adına soma deniyordu ve hoş bir mavi dalgayla resmediliyordu. eğer bu soma var olsaydı satıcı derhal şişeleyip tekeli altına alır ve satar ve bildik junk'a dönüştürürdü.

junk ideal üründür; metaların metasıdır. pazarlama gerektirmez. müşteri lağımlardan sürünerek gelecek ve satın almak için yalvaracaktır. junk satıcısı ürününü müşteriye satmaz, müşterisini ürüne satar. ürününü geliştirmek veya sadeleştirmekle uğraşmaz. müşteriyi bozar ve basitleştirir. yanında çalışanlara maaş vermez, junk verir.

junk, "kötü" virüsün temel formülüne dayanır: gereksinimin matematiği. "kötülüğün" yüzü daima topyekün gereksinimin yüzüdür. uyuşturucu bağımlısı, uyuşturucuya topyekün muhtaç kişidir. belli bir frekansın ötesine geçildiğinde gereksinim kesinlikle sınır tanımaz, kontrole gelmez. topyekün gereksinimin sözü şudur: "siz olsanız, yapmaz mıydınız?" evet, yaparsınız. yalan söyler, aldatır, arkadaşlarınız satar, çalar, topyekün gereksiniminizi tatmin için her şeyi yaparsınız. çünkü topyekün hastalık, topyekün ele geçirilme durumundasınızdır ve başka türlü hareket edecek konumda değilsinizdir. uyuşturucu bağımlıları, eylemlerinden başkasını yapamayacak durumdaki hasta insanlardır. kuduz bir köpeğin ısırmaktan başka seçeneği yoktur. tepeden bakan, ben yaparım diyen bir havaya bürünmek, eğer amacınız junk virüsünü devrede tutmak değilse hiçbir amaca hizmet etmez. ve junk büyük bir sanayidir. meksika'daki aftosa kurulu'nda görevli bir amerikalıyla konuşmuştum. ayda altı yüz artı masraflar hesabı çalışıyordu.

"salgın ne kadar sürecek?" diye sormuştum.

"sürdürebildiğimiz kadar" demişti hülyalı bakışlarla. "ve evet, belki aftosa, güney amerika'ya da sıçrayacak.."

birbirine dizisel ilişkiyle bağlı bir sayılar piramidini değiştirmek veya yok etmek istediğinize en alttaki sayıları değiştirir veya silersiniz. junk piramidini yok etmek istersek, piramidin tabanından, sokaktaki bağımlıdan başlamamız ve hepsinin yeri kolayca dolacak kaymak tabakayla uğraşmaktan vazgeçmemiz gerekecektir. yaşamak için junk'a muhtaç "sokaktaki bağımlı", junk denkleminde yeri doldurulamayacak tek ögedir. alacak bağımlı kalmaması, junk trafiğinin sonu demektir. junk gereksinimi var oldukça karşılayacak birileri mutlaka çıkacaktır.

bağımlılar tedavi edilebilir veya karantina altına alınabilir, yani tifo taşıyıcıları gibi asgari gözetim altında tutulup bir miktar morfin kullandırılabilir. bunlar gerçekleştiğinde dünyadaki junk piramitleri çökecektir. bildiğim kadarıyla junk sorununa bu çözüm sadece ingiltere'de uygulanıyor. karantina altında bağımlı kalmadığı ve junk harici ilkelerle iş gören ağzı kesicilerin keşfedildiği gelecek nesillerden birinde junk virüsü, çiçek hastalığı gibi geçmişte kalacak, tıbbi antika sınıfına girecektir.

junk'ı geçmişe gömecek bir aşı var. söz konusu aşı, ismini ve otuz yıllık tedavi çalışmalarını kapsayan kitabından altını kullanma izni henüz almadığım için zikretmeyeceğim bir ingiliz doktorun keşfettiği apomorfin tedavisi'dir. apomorfin bileşiği, morfinin hidroklorik asitle kaynatılmasından elde edilmektedir. bağımlıların tedavisinde kullanılmasından çok önce keşfedilmiştir. herhangi narkotik veya ağrı kesici özelliği bulunmayan apomorfin, kusturuculuğu nedeniyle yıllar boyunca sadece zehirlenme vakalarında kullanılmıştır. apomorfin, doğrudan arka beyindeki kusma merkezine etki etmektedir.

bu aşıyı junk kuyruğunun en sonunda buldum. tanca'nın yerli mahallesi'nde tek göz bir odada yaşıyordum. bir yıl boyunca ne yıkanmış ne de son safhada bağımlılığın gri etine saat başı iğne saplama dışında üstümdekileri çıkarmıştım. yaşadığım odayı asla temizlemiyor, tozunu bile almıyordum. boş ampul kutuları ve çöpler tavana yükseliyordu. parasını ödemediğim için elektrik ve su uzun süre önce kesilmişti. hiç ama hiçbir şey yapmıyordum. ayakkabımın burnuna gözlerimi ayırmadan sekiz saat bakabilirdim. sadece junk kum saatim boşaldığında harekete geçiyordum. bir arkadaşım ziyarete gelirse -ki ziyaret edilecek birisi veya bir şey kalmadığından nadiren geliyorlardı- görüş alanıma girişine aldırmadan öylece oturuyor- her daim gri ve boş bir perde inerdi- ve çıkıp gittiğinde de aldırmıyordum. oracıkta ölüverse ayakkabılarımın burunlarını seyrederek ceplerini karıştırmaya kalkacağım anı beklerdim. siz olsanız, yapmaz mıydınız? çünkü asla tamam, bu kadar yeter diyecek ölçüde junk almadım. kimse alamaz. günde iki gram morfin kullanırsın, gene yetmez. ve eczane kapısında uzun süre beklersin. gecikme, junk sanayisinde kuraldır. satıcı asla zamanında gelmez. kazara değildir bu. junk dünyasında tesadüfe yer yoktur. bağımlıya, junk payını almadığında başına nelerin geleceği defalarca öğretilir. ya paranı ya canını.. ve birden bağımlılığım sıçrama yapmıştı: günde dört gram, altı gram.. ve hala yetmiyordu. ve param kalmamıştı.

elimdeki son çeke baktım ve son çekim olduğunu kavradım. londra'ya kalkan ilk uçağa atladım.

doktor bana apomorfinin, metabolizmayı düzenlemek ve bağımlılıkla ilgili enzim sisteminin dört ila beş gün içinde mahvını sağlayacak şekilde kan dolaşımını normalleştirmek üzere arka-beyine etki ettiğini açıkladı. arka-beyin düzene girdikten sonra apomorfin kesilebilirmiş ve bir daha sadece yeniden başlama durumlarında kullanılırmış. (kimse uçmak için apomorfin çekmezmiş. apomorfin kaynaklı bağımlılık vakası hiç görülmemişmiş). tedaviyi kabul ettim ve bir bakımevine yattım. ilk yirmi dört saat boyunca kelimenin tam anlamıyla delirdim ve çekilme krizine giren birçok bağımlı gibi paranoyaya düştüm. bu hezeyan dönemi yirmi dörder saatlik apomorfin tedavileriyle ortadan kaldırıldı. doktor bana tuttuğu kayıtları gösterdi. bacak ve mide krampları ve yüksek ateş gibi ağır belirtilerin ile kişisel-özel belirtim soğuk yanma'nın (bütün bedenin kurdeşen dökmesi ve mentolle ovulmak gibi bir duygu) yokluğundan sorumlu sayılamayacak kadar az miktarda morfin vermişlerdi. her bağımlının kendisine özel ve her türlü kontrolü yok eden bir semptomu vardır. çekilme krizi denklemimde eksik bir etmen vardı ve bu apomorfinden başkası olamazdı.

apomorfin tedavisinin gerçekten işe yaradığını gördüm. sekiz gün sonunda bakımevinden çıktığımda normal yemek yiyebiliyor ve uyuyabiliyordum. tam iki yıl boyunca hiç junk kullanmadım. çeşitli ağrı ve hastalıklar yüzünden birkaç aylığına hastalık nüksetti. bir kez girdiğim tedavi, bu satırlara kadar beni junk'tan uzak tuttu.

apomorfin tedavisi nitel açıdan diğer tedavi yöntemlerinden farklı.. hepsini denedim. kısa vadede azaltma, yavaş azaltma, kortizon, antihistaminikler, sakinleştiriciler, uyku tedavileri, tolserol, reserpin.. bu tedavilerin hiçbiri ilk nüksetme fırsatından sonrasını göremedi. apomorfin tedavisine kadar metabolizmasal anlamda tamamen iyileşmediğimi kesinlikle söyleyebilirim. lexington narkotik hastanesi'nin ezici çokluktaki nüksetme raporları birçok doktorun bağımlılığı tedavi edilemez görmesine yol açmıştır. lexington'da dolophine azaltma tedavisi uygulanmaktadır ve bildiğim kadarıyla bugüne dek apomorfin hiç denenmemiştir. işin aslı, söz konusu yöntem neredeyse tümüyle görmezden gelinmektedir. apomorfin formülünün çeşitlemeleriyle veya sentetiklerle hiçbir araştırma yapılmamaktadır. oysa apomorfinden elli kat güçlü maddelerin geliştirilebileceğine ve kusma yan etkisinin ortadan kaldırılabileceğine kuşku yoktur.

apomorfin, işini gördükten sonra hemen uygulaması kesilebilecek bir metabolizmasal ve psişik düzenleyicidir. bugün dünya sakinleştirici ve enerji vericilerle doludur ama bu eşsiz düzenleyiciye kimse dikkat etmemektedir. büyük ilaç firmalarınca bu konuda hiçbir araştırma yapılmamaktadır. apomorfin çeşitlemeleri ve sentezlenmesinin bağımlılık sorununun çok ötesine giden yeni bir tıp alanı açacağına inanıyorum.

çiçek aşısına bolca bağırıp çağıran bir grup aşı-karşıtı muhalefet etmişti. junk virüsüne yapılacak saldırıya konuyla ilgililer ve dengesiz birtakım kişilerden protesto çığlıkları yükseleceğine kuşku yoktur. junk büyük bir sanayidir; saplantılısı, kuş beyinlisi, yararlananı ve ajanı her zaman olacaktır. bu kişilerin elzem aşılama ve karantina çalışmalarına müdahale etmesine izin verilmemelidir. junk virüsü bugün dünyanın bir numaralı sağlık sorunudur.

"çıplak şölen" bu sağlık sorununa eğilmektedir ve bu yüzden hoyratlığı, gaddarlığı, müstehcenliği ve tiksindiriciliği metazoridir. hastalık, zayıf midelere fazla gelecek iğrenç ayrıntılara sahiptir.

pornografik denebilecek bazı pasajlar, jonathan swift'in "mütevazı bir öneri"si tarzında idam cezası'na karşı yazılmıştır. bu bölümlerin amacı idam cezasının çirkin, barbarca ve tiksindirici bir tarihsel yanılgı olduğunu göstermektir. çünkü şölen daima çıplaktır. uygar ülkeler druidlerin asma ayinleri'ne geri dönmek veya azteklerle kan içip tanrılarını insan kurban ederek beslemek istiyorsa, o zaman varsınlar gerçekte neyi yiyip içtiklerini görsünler. gazete kağıdından kaşığın ucunda duranı anlasınlar.

"çıplak şölen"in devamını yazdım sayılır. junk virüsünün ötesinde gereksinimin matematiği'nin matematiksel bir uzantısı.. birçok bağımlılık çeşidi bulunduğundan zannımca hepsi birtakım temel yasalara itaat etmektedir. heisenberg'in sözleriyle: "mümkün evrenlerin en iyisi belki bu değildir ama en basiti olduğunun ortaya çıkması çok mümkündür." insan görebilse.

20.07.2008

justina

juan rulfo

uzun bir süre önce annem şu yattığım yatakta ölmüştü. bu şiltede. şimdi üstümde ana-kız sarınıp yattığımız kara yün battaniye var. o zaman onunla yatardım; kollarıyla küçük bir yuva yapardı bana. onun düzenli soluklarını duyuyor gibiyim, iç çekişlerini, onun ölümünde duyduğum acıyı da duyabiliyorum sanki. yoo, bu olamaz. sırtüstü yatıyorum, yalnızlığımı unutmak için o günleri düşünüyorum. çünkü az yatmayacağım burada. üstelik annemin yatağında da değilim, kara bir sandıktayım, ölüleri gömmek için kullanılan tabutlar var ya, işte onlar gibi bir şey. çünkü ben de ölüyüm.

nerede olduğumu hatırlayınca düşünmeye başlıyorum. misket limonlarının olgunlaştığı mevsimi hatırlıyorum. şubat rüzgarı eğreltiotlarını eğerdi, otlar bakımsızlıktan kururlardı bir süre sonra. olgun limonlar avluya salarlardı kokularını. o şubat sabahlarında rüzgar dağlardan kopup gelirdi. ama bulutlar tepelerde kalır, vadiye girecekleri zamanı kollarlardı. bomboş bir mavilik bırakırlardı gökte. güneş, rüzgarın oyununa ışık tutardı, yeryüzünün çevresinde halkalar çizişine, her yanı tozutup portakal ağaçlarını silkeleyişine. serçeler gülerlerdi. rüzgarın düşürdüğü yaprakları gagalar, gülerlerdi. kelebeklerin ardına düşer, dikenli dallarda tüylerini bırakır, gülerlerdi.

yılın o aylarıydı. gündüzlerin rüzgar olduğu, serçe olduğu, mavi bir ışık olduğu şubat. hatırlıyorum. sonra annem öldü. sana kalsa çığlıklar atmam, umutsuzluktan ellerimi koparıncaya kadar sıkmam gerekiyordu. ama neden mutlu bir gün olmasındı yani? rüzgar açık kapılardan içeri savruluyordu, boru çiçeğinin yapraklarını hışırdatıyordu. bacaklarımı ince tüyler bürümüştü, damarlarımın arasını; alnıma değen ellerim sımsıcaktı, titriyordu. serçeler oynuyordu bir yandan. tepelerde başaklar dalgalanıyordu. onun yaseminleri karıştıran rüzgarı göremediğine üzülüyordum, gözlerini güneş ışığına kapamıştı.

yine de niye ağlayacakmışım? hatırlıyor musun. justina? iskemleleri taraçaya dizmiştim, onu görmeye gelenler içeri sırayla girsinler diye. bütün iskemleler boştu. annem, mumların arasında bir başına duruyordu. solgun yüzüyle. katı, mor dudaklarının arasından bembeyaz dişleri görünüyordu. gözkapakları kımıldamıyordur artık, yüreği durulmuştu. senle ben orada oturmuş boyuna dua ediyorduk hatırlarsan, o tek kelime duymuyordu, biz de duymuyorduk; gece rüzgarının uğultusu kaplamıştı her yanı. siyah elbisesini ütülemiştin, yakasını, kol ağızlarını kolalamıştın, ellerini göğsünde kavuşturduğumuzda güzel görünsün diye.

onun göğsünde uyumayı ne kadar severdim. o göğüs beslemişti beni, bana beşiklik etmişti. kimse gelmedi onu görmeye. böylesi daha iyiydi belki. ölüm, iyi bir şeymiş gibi herkese sunulmamalı. hem kimse üzülmek istemez. kapıyı vurdular. sen baktın. "sen bak," dedim sana. "ben kimseyi görmek istemiyorum. gitsinler. gregoryen ayini için para mı istiyorlar? annemden beş kuruş kalmadı ki. ayini yapmazlarsa araftan kurtulamaz mıymış? kim oluyorlar da onu yargılıyorlar, justina? deli miyim? peki, sen öyle bil."

biz onu gömmeye gidene kadar iskemleler boş kaldı. parayla tutulmuş adamlar taşıdı onun tabutunu, bir yabancıdan alacakları beş on kuruş için ter döktüler. bizim acımıza yabancıydılar onlar. tabutu usulca, dikkatle mezara indirdiler; mezarlığa yaptıkları uzun yürüyüşten sonra rüzgar terlerini kurutuyordu. bakışları duygusuzdu, kayıtsızdı. kaç para istediklerini söylediler sana, sen de dükkandan alışveriş eder gibi çıkarıp verdin. mendilin sırılsıklamdı, sıkıyordun; sonra çözüp cenaze parasını çıkardın. onlar uzaklaşınca mezarın başına diz çöktün, toprağı öptün, ben karışmasam toprağı kazmaya başlayacaktın. "hadi eve gidelim, justina," dedim sana. "o burada değil. burada ölü bir gövdeden başka bir şey yok."

bir gün biter nasıl olsa, bir gün. her şeyin sonu gelir. zamanla solmayacak anı yoktur, istediği kadar canlı olsun.

19.07.2008

kitsch

thomas bernhard

genel olarak duygusallık, ki bu en korkuncu, şimdi çok moda, tıpkı kitsch olan her şeyin şimdi çok moda olması gibi.

yetmişli yılların ortalarından bugüne dek duygusallık ve kitsch çok moda; edebiyatta çok moda, resimde ve müzikte de öyle.

bugün yazıldığı kadar duygusal kitsch hiçbir zaman yazılmadı, hiç bu kadar kitsch ve duygusal resim yapılmadı. besteciler kitsch ve duygusallıkta birbirleriyle yarıştılar.

tiyatroya gidin bir, orada bugün toplumu tehdit eden kitsch'ten başka bir şey sunulmuyor, duygusallıktan başka. tiyatroda vicdansızlık ve vahşilik sunulsa da hepsi yalnızca haince kitsch bir duygusallık.

sergilere gidin, orada yalnızca en yoğun kitsch ve en çirkin duygusallık gösterilir. konser salonlarına gidin hele, orada da yalnızca kitsch ve duygusallık duyacaksınız. kitaplar bugün kitsch ve duygusallıkla doldurulmuş.

bugün yazan genç ve çok genç yazarlar, çoğunlukla yalnız düşüncesiz ve kafasız bir kitsch yazıyorlar ve kitaplarında neredeyse dayanılmaz boyutta dokunaklı bir duygusallık geliştiriyorlar.

nihayet sonunda her şey gülünçlüğe ya da hiç değilse zavallılığa dönüşüyor, ne kadar büyük ve ne kadar önemli olursa olsun.

hayır, hayır, sanatçılar, en önemlileri ve de en büyükleri denilenleri bile olsa, kitsch'ten, acıklıdan ve gülünçten başka bir şey değildirler.

toscanini, furtwangler; biri çok küçük, diğeri çok büyük, gülünç ve kitsch.

hele bir de tiyatroya gitmeye kalkın, gülünçlükten ve acıklılıktan ve kitsch'ten neredeyse mideniz bulanır. insanların söyledikleri şeyler ve bunu söyleyiş biçimleri midenizi bulandırır.

klasik tarzda konuşurlarsa mideniz bulanır, halk ağzıyla konuşurlarsa mideniz bulanır. ve nedir ki kuzum bu klasik ve modern diye anılan yüksek ve halk tipi oyunlar; teatral gülünçlüklerden ve kitsch acıklılıklardan başka?

bugün tüm dünya gülünç ve üstelik de derinlemesine acıklı ve kitsch, gerçek bu.

17.07.2008

mavi saçlı kız

burçak çerezcioğlu

insan ancak kaybedince anlıyor bazı şeylerin değerini.

ulaşılmazlıklar aslında öylesine güzeldir ki; işte budur isteği tutku yapan.

insanın bazen polyannacılık oynamaya ihtiyacı var. çünkü insanlar her zaman mutlu olamazlar. mutlu olmak istiyorsanız mutlu olmak için çabalayın ve mutlu olacak sebepler bulun.

keşke dünyada hatta yeryüzünde hiç kötülük olmasa da her şey, her iyi isteğimiz gerçek olsa. ne olurdu sanki.

ne yazık dünyanın ruh hastası, korkunç, acımasız, lanet, şeytan insanlarla dolup taşması. dünyada ne kadar çok pis insan var. hem de çok çocukça, saçma sebeplerle, bazen de sebepsiz yere insanları öldürüyorlar.

insan ne kadar yalnız, yaşamak ne çaresiz ve ne zavallı, kaderin ne oyun oynayacağını boyun bükmüş bekliyoruz, zaman ne gösterecek diye.

o kadar acı çektikten sonra, sanıyorum ben de çok olgunlaştım. küçücük şeyleri dert etmenin çok saçma olduğunu anladım. önemli olan sağlık ve mutluluk.

her şey çok fazla karışık, kuralcı. neden hep kurallara uymak zorundayız ve neden hep, hayatımız boyunca duygularımızı bastırıp kendi kendimize farkında olmadan acı çektiriyoruz?

sabahları
hasta uyanmanı istiyorum
hastaysan eğer
yaşıyorsun demektir (mehmet çerezcioğlu)

sevgi dünyadaki en güzel ve tek şey bence. keşke insanlar bunun bilincine varabilseler, çok geç olmadan.

en zor olan da bir şeye başlamaktır hep.

neden hepimiz hayatı dolu dolu yaşamak yerine hayatı monoton bir halde yaşıyoruz? eğer yaşamak buysa biz yaşamıyoruz. muhakkak bir şeylerin elimizden kayması ve acı günler mi yaşamamız gerek sanki? bunlar ders olmadan anlayabilsek yaşamın değerini, her şey çok daha güzel olurdu.

hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamam mutluluğu; çünkü o içimde. boşuna aramamalı onu. boşuna kaçmamalı. kaçmak, sadece kendinden kaçıştır. sadece.

siyahta çirkinlikler kayboluyor. eğer güzellikleri görmek istiyorsan onları kendin bulabilirsin.

aslında ölüm üzücü bir şey değil; insanların üzülmelerinin sebebi, onu özleyişleri, bir daha göremeyecek olmaları. ama bunun farkında değil insanlar; ölümü kötü bir şey, korkulacak bir şey sanıyorlar. birçoğumuz öyle. ben ölmekten değil; ama sevdiklerimi yitirmekten korkuyorum.

16.07.2008

flush

virginia woolf

gerçek filozof kürkünü kaybeden; ama pirelerinden kurtulandır.

insan neden yaşamı olduğu gibi kabul etmez de işin içine doğaüstü şeyler karıştırır ki? güneşte yatmak hoş değil midir? keyiften daha güzel ne vardır? gün ışığı kadar basit bir şeyi neden bir bilmeceye ya da bir drama dönüştürür bunlar?

hiçbir şey öyle basit değildir, işin içinde iş vardır. nefret nefret değildir; nefret aynı zamanda aşktır da.

bir zamanlar, berkshire kırlarında venüs'ün av borusu yabanıl müziğini çalmıştı; flush, mr. partridge'in köpeğini sevmişti; o da ona bir yavru doğurmuştu. şimdi aynı sesin floransa'nın dar sokakları boyunca çağırdığını duydu; ama bunca yıllık suskunluktan sonra daha buyurgan, daha acil bir tınıyla. flush insanoğullarının hiç tanıyamayacağı şeyi tanıyordu artık -katışıksız aşk, sadece ve sadece aşk, bütün bütüne aşk, utanç, pişmanlık tanımayan, bir gelen bir giden aşk, çiçeğe konan arının gelip gittiği gibi. çiçek bugün güldür, yarın zambak; bir kırların yabani devedikeni olur, bir limonlukların o meşum keseli orkidesi. flush geçeneğin orada öyle rastgele, öyle tasasız kucakladı ki aşağıdaki benekli spaniyeli de, alacalı köpeği de, sarı köpeği de -hangisi olursa, fark etmiyordu. flush için hepsi birdi. ne zaman çalarsa boru, rüzgar ona sesini ne zaman taşırsa peşinden gitti. aşk her şeydi, aşk yetiyordu. kaçamakları için kimse onu suçlamadı. flush gece geç ya da ertesi sabah döndüğünde, mr. browning ona gülmekle yetindi.

insanın burnu yoktur, desek yeridir. dünyanın büyük şairleri bir yanda gül koklamışlarsa, bir yanda da tezek koklamışlardır. arada uzayıp giden sonsuz koku derecelemeleri kaydedilmiş değildir. oysa flush'ın içinde yaşadığı büyük ölçüde bir kokular dünyasıydı. aşk özellikle kokuydu, biçim ve renk kokuydu; müzikle mimari, hukuk, politika ve bilim kokuydular. onun için din bile kokuydu. her gün yediği pirzola ya da bisküviyle yaşadığı serüvenlerin en basitini tasvir etmek bizi aşar.hele iş meşalelerin, defnenin, tütsünün, bayrakların, mumların ve kafuruda saklanmış bir saten ayakkabının topuğuyla ezdiği gül yapraklarından bir çelengin kokusuyla karışık spaniyel kokusunu tasvir etmeye gelince, belki ancak shakespeare, o da antonius ve kleopatra'yı yazarken şöyle bir ara verdiğinde.. ama shakespeare ara vermezdi. yetersizliğimizi itiraf edelim o halde ve yalnızca flush için italya'nın, yaşamının bu en dolu, en özgür, en mutlu yılarında sadece art arda kokulardan oluştuğunu dile getirmekle yetinelim. aşk, herhalde diyoruz, yavaş yavaş çekiciliğini kaybetmekteydi. koku kaldı.

ölmek hakkı

bülent nuri esen


bir insan hakkıdır ölmek
elbet kapımızı çalacak bir gün
ve isteyecek isteyeceğini
değişmez kader olarak, hak olarak
sana vermek düşer isteneni
hak oyunudur bu

ama namuslu bir alışveriş istersen
vereceğin yaşama hakkı olduğuna göre
yaşanmaya değmiş bir hayatın olmalı
bir işe yaramışsan
koruyabilmişsen savunmasını
maskesini indirmişsen sömürücünün
sevebilmişsen bir gerçek sevgiliyi
ve hele sevmişse sevgili seni
ve yüreklerine girebilmişsen
bir zerrecik katabilmişsen gelecek denizine
senden sonrakilerin mutluluğu için
o zaman kapını çalacak olana
sunulmaya değer bir hayatın var demektir
ve sen kapını ilk ve son kez çalanı
korkusuz karşılayabilirsin

o güne kadar hakkın olandan
senden sonrakilerin aynı hakları uğruna
sonsuz hakkı getirip verdiği için
sana yeni hak sağladığı için
vazgeçmek karşılığında sevinçle
henüz hiç tatmadığın, kullanmadığın
yaşama hakkını
verebilirsin
ölmek hakkını kazanabilirsin
ve hayatın kaderin olur

sisler bulvarı

attila ilhan



ağaçlara tünedi yine akşam kargalarla bir
rüzgar kendini yerden yere vuruyor

ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırap çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
harplere açlıklara yalnızlığıma rağmen

türkülerin başladığı bittiği yerdeki kız

bir türkünün kıyısından çocuklar geçer
ellerini tertemiz bir yağmurda yıkamış
yalınayak macera gözlü çocuklar geçer

yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini
ümitlerini güvercinler gibi uçurmuş
binlerce defa kaybetmiş ümitlerini

sen ki üşümüş gökte o yalnız bulutsun
kıskanmadığın cömert bir maviliğin ortasında o
bildiğin yalnızlığın ellerinden tutmuşsun
desen ki unutulmuşsun

nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı

demek
sen bu dünyadan çocukların anladığını anlıyorsun
zaman ihtiyarlıyor ya sen hala çocuksun

hatırlanmayacak kadar eski ve güzel olmak
bütün yıldızları unutup kutup yıldızı'nı bir görüşte tanımak

15.07.2008

son aday

day leclaire

dokunuşları başka bir zamandan gelen hayaletleri canlandırmış gibiydi. ona ne kadar çok karşı gelmek istediyse de hunter onun bütün direncini kolaylıkla kırmıştı. öpüşlerini derinleştirirken leah'ın göğsünü kavradı, ince pamuklunun altından göğüs ucunu okşadı. sonra leah onun kendisine istediği gibi dokunmasına istediği bölgeleri keşfetmesine, bir zamanlar sadece onunla paylaştığı arzunun zirvesine yükseltmesine izin verdi.

leah kemerini çıkararak şifoniyerin üzerindeki çiçeklerin yanına koydu. kendisini zayıf ve savunmasız hissediyordu. sonunda gelinliği çıkardı. hunter gelinliği alıp odanın diğer köşesine özenle yerleştirip yanına geldi. leah odanın ortasında ipek ve dantel iç çamaşırlarıyla durmaktan utanmıştı. "hunter," diye fısıldadı. "buna hazır olduğumu sanmıyorum." "rahatla" diye mırıldandı hunter. "acelemiz yok. dünya kadar zamanımız var." sonra leah'a yaklaşarak onu kollarına aldı. "eskiden aramızın ne kadar iyi olduğunu hatırlıyor musun?" "ama artık aynı insanlar değiliz. duygularımız değişti." "bazı şeyler asla değişmez." siyah gözlerindeki arzu okunabiliyordu. leah'i biraz daha kendisine çekerek başparmağını çenesinin üzerinde gezdirdi. hunter'ın bu nazik okşayışı leah'i titretti. her zaman ona çok nazik davranmıştı. bir kadının ihtiyaçlarını bilen, bunu güçlü bir tutkuyla birleştiren bir âşık olarak onunla sevişmek, leah'ın asla unutamayacağı bir deneyim olmuştu. bu duygulara yenilmek, onun hâlâ kendisini sevdiğine inanmak. çok çekici bulduğu bir fanteziydi. "sana çok güzel anlar yaşatabilirim." dedi hunter dudakları leah'in kulak memesinden boynunda atan damara inerken. "bunu sana göstermeme izin ver." sütyeninin kopçasını bulup açtı ve ipekli çamaşırını çıkardı. leah gözlerini kapamış, nefes alışları hızlanmıştı. daha önceki deneyimlerinden onunla sevişmenin harika olacağını biliyordu. ama onu endişelendiren ertesi sabah hunter'ın amacına. hem çiftliği hem de onu kazanmaya bir adım daha yaklaşmış olacağını bilmekti. hunter göğsünü kavradığında kalbi çılgınca atmaya başladı. bir an, teslim olup duygularını serbest bırakmakla savaşmak arasında kararsız kaldı. çünkü eğer kendisini ondan koruyamazsa, çiftliği ve bakmakla yükümlü olduğu kişileri nasıl koruyacaktı? huzursuzca kıpırdandı. "çok hızlı gidiyorsun." dedi alçak sesle. "yavaş olacağız. her zaman durabiliriz." ama bunu yapmayı istemeyeceğiz. bu dile getirilmeyen sözler havada asılı kaldı. söylemese bile hunter'ın ne düşündüğü o kadar acıktı ki, leah titredi. hunter geri çekilerek ceketini ve kravatını çıkardı. gömleğinin düğmelerini açarak leah'ı kollarına aldı ve yatağa taşıdı. onu yatırdıktan sonra yanına uzandı.

insan

yuval noah harari

insanlar bilinmeyenden korktukları için değişimden kaçınırlar. ancak tarihin tek değişmezi, her şeyin değiştiğidir.

insan türünün geçtiğimiz yıllarda yaşadığı şartlardaki belirleyici iyileşmeler, biraz daha kanaatkâr bir tavır yerine daha büyük beklentilere dönüştü. bu konuda önlemler almazsak gelecekteki kazanımlarımız bizi her zamankinden daha da doyumsuz hale getirecek.

bilim insanları beyindeki belirli bir bölgede bir elektrik fırtınası koptuğunda öfkelendiğinizi, bu fırtına dinip başka bir alan aydınlandığında âşık olduğunuzu biliyor artık. hatta doğru nöronları uyardıklarında aşk ya da öfke hissetmenizi bile sağlayabiliyorlar.

zihnimiz hazların geçici ve anlamsız titreşimlerden ibaret olduğunu kavradığında, duyduğumuz arzuyu da kaybederiz. hızla ortaya çıkıp kaybolan bir şeyin peşinde koşmanın ne anlamı olabilir?

bu sürecin çoktan hastanelerin geriatri bölümlerinde işlemeye başladığını görebilirsiniz. insan hayatının kutsallığına sarsılmaz bir inançla bağlı hümanist bakış yüzünden insanları " bunun nesi kutsal?" diye sormak zorunda bırakan acınası bir seviyeye varana dek onları hayatta tutuyoruz.

hassasiyetiniz olmayan bir konuyu deneyimleyemezsiniz, tıpkı uzun bir deneyimleme sürecinden geçmeden hassasiyet geliştiremeyeceğiniz gibi.

insan budur işte; kötü maddi bir ruha sıkışmış iyi bir ruh.

insan bir şempanzeden ya da kurttan bireysel olarak çok daha zeki olduğu ya da daha becerikli parmakları var diye değil, homo sapiens kalabalık gruplarla bile esnek iş birliği yapabilen tek tür olduğu için dünyaya hükmediyor.

insan toplumları değer yargıları olmadan ayakta kalamazlar.

modern kültür büyük kozmik bir plana duyulan inancı reddeder. hayattan daha üstün bir dramada yerimiz olmadığı kanısındadır. hayat bir senaryo, bir tiyatro değildir; yönetmeni, yapımcısı ve anlamı da yoktur. bilimsel bilgilerimiz ışığında söyleyebileceğimiz tek şey, evrenin hengameden ibaret ama hiçbir anlam taşımayan amaçsız bir süreç olduğudur. minicik bir gezegendeki kısacık varlığımızla, o veya bu şekilde böbürlenip söylenip sonra da göçer gideriz.

14.07.2008

arzu evi

cem uzungüneş



cenneti elbet biz yaratacağız
üstümüzdeki yarı saydam naylondan
bu uhrevi sera etkisinden
mutlak bir mutluluk düşünden
kurtulduğumuz zaman
ruhumuzla tenimizi barıştırdığımız zaman

yaşamın mucize olduğu
yerlerde gezendir bir kelebek avcısı
ölümsüz renklerini saptamak için
kısacık ömürlü kelebekleri değil
"kelebek valslerini" öldürmek zorundasın

mutsuzluğun geri çağırdığı tutku yaşantıları

memnuniyetin tuhaf bir aurası vardır
iki kişi arasında bile bir aşk üçgeni vardır

fark ettin mi
yağmur yağarken her şey başka bir şeyi ima ediyor

batık bir şehrin içindeyiz; şimdiki zaman içindeyiz

giderek bir tılsımlı an'ı kollayan
bir bahane olarak yaşıyor insan

doğru insan

bryan stanley turner / georg stauth

entelektüelleşme ve rasyonelleşme, felsefecilerin oluştan aldıkları intikamdır.

modern dünyada ahlaki olarak doğru insan, kendi kişisel istemini bütünün genelliğine ve refahına "feda eden" insandır.

zayıfların gerçek öfke ve hınç duygularını yanlış bir ahlakın yaldızlarının arkasında gizlediklerini belirten nietzsche'nin hınç duygusuna dair analizi, freud'un aktarma ve yüceltme üzerine olan görüşlerinin kimi temellerini hazırlamıştır. zayıflar, barındırdıkları şiddeti kamusal düzlemde dışavuramamalarından ötürü, sahici dışavurumun ikamesi olarak nevrozu ve hastalığı yaratır.

nietzsche, vicdan azabı (suçluluk) nosyonunu geliştirdi ve bu vicdanı, insanların içgüdüsel yaşamları nedeniyle yakalandıkları hastalığın kaynağı olarak değerlendirdi. nietzsche, kendilerini dışa doğru boşaltamayan içgüdülerin sonuçta nevroz ve hastalığı yaratan bir içselleştirme süreci yoluyla içe döndürüldüklerini savundu. zevkin yadsınması, suçluluğun ve "medeniyet" dediğimiz şeyin temeli haline geldi.

bir malın değeri, bireylerin böyle bir mala duydukları ihtiyacı doyurabilmek için bu malın elde edilmesine tahsis etmeye hazır oldukları harcama miktarınca belirlenir. marjinal fayda, araçların kıtlığı yoluyla, bir isteğin doyurulmasına rasyonel olarak tahsis edilen ekstra çaba birimidir.

müzisyen

erik orsenna

müzik de bir tür soyluluktur.

kral bile olsalar, amatörlerin tellerden çıkardıkları gıcırtılar, hırıltılar, en alışkın kulakları bile tırmalar niteliktedir.

bir müzisyen, tanrı'ya, müziğe, italyan konteslerine ve çalgı çalabildiğine şükran duymaktan başka ne yapabilir? bir sır verir gibi usulca çalmak. yavaş yavaş dünyanın gürültüsü uzaklaşır. insan kendini yalnız, seçilmiş, güvende hisseder. gitar ıssız adalar yaratmasını bilir.

gitar dünya kadar yaşlıdır. kanunların genellikle gerçeği maskelediğini ve en iyi görünenlerin, aslında içlerinde en kötüyü de barındırabileceğini bilir.

tabii ki gitar köleliğin bitişini dört elle alkışladı. ama o, bir yeni yetme değildir. gitar dünya kadar yaşlıdır. kanunların genellikle gerçeği maskelediğini ve en iyi görünenlerin, aslında içlerinde en kötüyü de barındırabileceğini bilir.

eğer teninin rengi kötüyse dans eden parmaklara ihtiyacın vardır. dans eden parmaklar müzik üretirler. ve müzikte derinin renginin önemi yoktur.

tanışmalar, tokalaşmalar, anılar.. müzik başlangıçların yardımcısıdır. aynı kapalı ışığın çekingen bir çiftin ilk sevişmesine yardımcı olduğu gibi. ne sözcüklere, ne hareketlere ne de hatta gülümsemelere gerek kalır. bir nota, bir akor yeterlidir; bir başkası ona yanıt verir, her şey düğümlenir, sarmaş dolaş olur: iş bitmiştir.

13.07.2008

bedel

baltasar gracian

uygulama ve yetenek olmaksızın hiçbir mevkiye ulaşılmaz; ancak bu ikisi birleştiği zaman en yükseklere erişilir. bazen orta zekalı insanlar sadece eylem içinde oldukları için, oturduğu yerde oturan üstün insanlardan daha başarılıdırlar. çalışmak itibarın bedelidir. bedeli az olanın değeri de düşüktür. en yüksek mevkilere ulaşmanın önünde, uygulama eksikliği sık sık, yetenek eksikliği ise nadiren bir engel teşkil eder. mütevazı bir işte şöhret ve saygınlık kazanmaktansa büyük işlerde ortalama bir başarı yakalamayı tercih etmek, en azından asil bir zihnin göstergesidir. fakat en yükseklerde parlayabilecekken, ortalama bir başarıyla tatmin olmak bu şekilde mazur gösterilemez. dolayısıyla hem doğal yeteneğe hem de onu işleme becerisine ihtiyaç vardır, uygulama ise insanı bütünlüğe eriştir.