14.10.2008

tan kızıllığı

friedrich nietzsche

belki de kendi uzun karanlığını istiyor, kendi anlaşılmazlığını, gizliliğini, gizemliliğini; çünkü o ne elde edeceğini biliyor: kendi sabahını, kendi kurtuluşunu, kendi tan kızıllığını.

dünyayı hareket ettiren çelişkidir, her şey kendi içinde kendisiyle çelişir.

bu sanat hiçbir şeyi öyle kolay halledemez, iyi okumayı öğretir, yani yavaş, derin, özenli ve dikkatli, satır aralarıyla, açık kapılar bırakarak, duyarlı parmaklar ve gözlerle okumayı.

en basit şeyler çok karmaşıktır.

özgür insan ahlaksızdır; çünkü o her konuda geleneğe değil, kendisine bağlı kalmak ister. başlangıçtan itibaren insanlığın tüm durumlarında "kötü", neredeyse "bireysel", "özgür", "başına buyruk", "alışılmamış", "şaşırtıcı", "değişik" anlamlarına gelir.

gerçek dünya düşsel alandan daha küçüktür.

tarih yalnızca sonradan aklanan kötü insanlardan söz eder.

kendini gelenek ahlakına kaptıran insan önce nedenleri, ikinci olarak sonuçları, üçüncü olarak da gerçeği küçümser ve tüm yüce duygularını (hürmet, yücelik, gurur, minnettarlık, sevgi) kurmaca bir dünyayla ilişkilendirir: sözde yüce dünya.

yüceltme yöntemleri arasında tüm çağlarda insanları en fazla yükselten ve yücelten, insanları kurban etmek olmuştur.

nesneler insanın sadece sınırlarıdır.

sözde "daha kısa yollar" insanlığı hep tehlikeye sokmuştur; insanlık daha kısa bir yolun bulunduğu müjdesiyle hep kendi yolundan ayrılır ve yolu kaybeder.

hristiyanlık, teslim olmaktan hoşlanan, aşağılanmak ve tapınmaktan zevk alan bütün o soylu ve kaba insanların ruhlarını içine aldı ve bunu yaparak, köylü kabalığından kurtulup yüzündeki binlerce kırışık, art düşünce ve bahanelerle manevi açıdan zengin bir dine dönüştü.

belki de hiçbir şey, hep galip gelen birinin görüntüsü kadar insanı yoramaz.

sadece "yıkıntıların melankolisini" tanıyan bizler, ne olursa olsun insanın karşısında kendini korumak zorunda olduğu, o tamamen başka türlü olan ölümsüz yapıların melankolisini anlayamayız.

düşmanın hep kötü olması gerektiğini düşünmek aslında bayağı insanların tarzı değil midir ki?

merhamet ve tapma duyguları gibi cinsel duyguların ortak noktası, aslında insanın zevk alırken bir başka insana iyilik yapıyor olmasıdır.

doğudaki kadınlar, disiplin altına alınmayı ve dünyayla ilişkilerinin kesilmesini, kocalarının sevgilerinin bir göstergesi olarak algılarlar ve bu göstergeler olmadığında bundan rahatsızlık duyarlar.

bütün övgüler, övgüyü hak edenin olsun!

bütün dinler eski, gelişmemiş bir insanlığın zeka ürünü olma özelliğini sergiler. hepsi gerçeği söyleme yükümlülüğünü şaşılacak derecede hafife alır.

bilim gerçek olamaz; çünkü o tanrı'yı reddeder; o halde bilim tanrı'dan kaynaklanmıyor; bu durumda bilim gerçek olamaz; çünkü gerçek tanrı'dır. yanlış kararda değil, önkoşuldadır.

bazı şeyleri bugüne kadarki nedenlerin dışındaki nedenlerden dolayı yapmalıyız. farklı düşünmeyi öğrenmeliyiz. çok geç bile olsa, sonunda çok daha fazlasını elde etmek için: farklı hissetmek için.

biz, aklın olabildiğince açık ve net olması gerektiği durumlarda bile aşırı duygusal davranıp, karanlığa kaçacak şekilde eğitildik! yani tüm büyük ve önemli meselelerde.

lord byron: ben herhangi bir arzunun kölesi olmak istemiyorum.

onun acı çekerek kendine gelmesi, bu durumdan kurtulması için bir yoldur ve belki de tek yoldur. hristiyanlığın yaratıcısının bu durumu çarmıhta yaşamış olması olası. çünkü "tanrım beni niçin terk ettin!" gibi acı sözlerin içeriği, en derin anlamıyla anlaşılabileceği gibi, yaşamın saçmalığına ilişkin genel bir hayal kırıklığının ve bilinçlenmenin kanıtıdır; en çok acı çektiği anda kendi meselesini değerlendirebilmiştir.

sokrates ve platon, "doğru bilgiyi doğru davranışın izlemesi gerekir." biçimindeki o tehlikeli ön yargıya, o büyük yanılgıya safça inanıyorlardı.

büyük sorunlar hafife alınıyor.

dilenciler ortadan kaldırılmalı; çünkü insan onlara bir şey verince de kızıyor, vermeyince de kızıyor.

sadece kendi koyduğum yasaya uyarım, büyük küçük her şeyde.

hep bir dolandırıcı, yani durularını uyaran bir şarap aradıklarından, halklar çok sık aldatılırlar.

dünyanın vahşi ve bakir yerlerinde efendi olmayı, öncelikle kendimin efendisi olmayı denemek için göç etmeliyim; köleliğin hiçbir izine rastlamayana kadar yer değiştirmeliyim; macera ve savaştan kaçmayıp, en kötü rastlantılarda ölüme hazır olmalıyım: yeter ki bu alçak kölelik, bu bozulmuşluk, zehirlilik ve komploculuk olmasın!

bir kez sizin tarzınızda gerçeği bilmektense, on kez aldatılmayı seve seve kabul ederim!

dünyayı yok edenler: bu bir şeyi başaramaz; sonunda öfkeyle şöyle bağırır: "batsın bu dünya!" bu iğrenç duygu, kıskançlığın doruğa ulaşmasıdır ve şu anlama gelir: ben bir şeye sahip olamadığım için, dünya da hiçbir şeye sahip olmasın! tüm dünya bir hiç olsun!

johan gottlieb fichte: dünya parçalara ayrılacak olsa bile, hakikatin söylenmesi gerekiyor.

elbette panoramik insanlar da vardır; onlar elbette panoramik yerler gibi öğretici ve şaşırtıcıdırlar; ama güzel değildirler.

"eylemde bulunmayı istediğinizde, kuşkuya yol açan kapıyı kapatmak zorundasınız."

yapmadan önce yanlış anlaşılacağı fark edildiği ya da düşünüldüğü için ne kadar çok gerçek bireysel davranıştan vazgeçilir!

bütün çağların eylem arzusu duyan en büyük dört kişisi saralıydı: iskender, caesar, muhammed ve napolyon. tıpkı lord byron'ın da bu hastalığa tutulmuş olması gibi.

uçamayanlara, yükseldiğimiz ölçüde küçük görünürüz.